Erotizmin gölgelediği harem gerçeği
Sarayı’nı ziyaretinde Sultan II. Murad’ın çıplak cariyeleri seyrettiği bir havuzdan söz etmiştir. Osmanlı tarihinde çok-eşliliğin ve cariye tutkusunun zirvesi kabul edilen III. Murad için de, Sultan İbrahim ve diğerleri için de benzer ‘fanteziler’ üretilmiş, en son örnek olarak da Abdülhamid aleyhinde ‘çapkınlık’ destanları düzülmüştür.
Diğer yandan Avrupa’da bir resim ekolü olan oryantalistlerin tablolarına bakıldığında benzer bir Batılı kurguyla karşılaşmamak imkânsızdır. Haremin soğuk ama muhteşem dekoru içinde sedirlere yan gelmiş dekolte giyimli, baygın ve hülyalı bakan vamp kadınlar, rehavet içinde gevşemiş çıplak bedenler, Melling’de bir örneğini gördüğümüz hamamda padişahı yıkamak için kuyruğa girmiş huri yüzlü cariyeler, havuzda dertsiz ve gailesiz oynaşan Çerkez dilberleri vs. Kuşkusuz bu manzara en zalim ve en trajik tecellisini Eugene Delacroix’nın ‘Sardanapal’ tablosunda bulacaktır.
Peki gerçekten de harem, bu tasvirlerde anlatıldığı gibi bütün beşeriyet ve toplumsallık bağlarından boşaltılmış, bütün insanî duygulardan tecrit edilmiş ve gerçekliğin bütün boyutlarından arındırılmış bir mekân mıdır? Padişahın her istediğini her istediği yerde yerine getirebileceği pornografik bir rüya atmosferi, renkli tütsüler içinden seçilen bir ‘fuhuş yuvası’ mıdır? Yoksa Halil İnalcık’ın ısrarla vurguladığı gibi bir eğitim yuvası, bir okul mudur?
Tam da Batı’da toplumsal düşüncenin, gerçekçiliğin, tarihselciliğin ve daha birçok sosyal bilim metodunun pıtrak gibi bittiği 19. yüzyılda, kendi toplumlarını siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel bin bir elekten geçiren, didik didik eden Avrupalıların iş onun toplumsal gerçeklerle bağını kurmaya hiç mi hiç yanaşmadıklarını Doğu’ya, özellikle de Osmanlı’ya gelince nasıl bir zaman dışı kategoriye sarılıp kaldıklarını, Doğu’yu her zaman kalıplaşmış, taşlaşmış, donmuş ve yaşamayan (ölü) bir antika kategorisinde ele aldıklarını gözlemleyince haremin bu konuda bir istisna oluşturmadığını fark etmek de zor olmuyor doğrusu.
Bu yüzden daha dikkatle eğilindiğinde oryantalistlerin bir türlü peçesini sıyırıp içine nüfuz edemedikleri, bunun hıncıyla fanteziler üretmeye yöneldikleri harem tasvirlerinde, bütün o mahmurluk ve rehavet, bütün o tütsü ve günlük otu kokusu, rüya ve hayalin el ele verdiği o tablolarda manidar bir şekilde, erotizmin en büyük düşmanı olan çocukların -ki haremin en doğal ve en kalabalık kesimini oluşturdukları aşikârdır- hemen hemen hiç yer almadığını görmek şaşırtıcı olmuyor. Zira çocuk, masumiyet ve yaramazlığın timsali olması hasebiyle erotizmin en büyük düşmanıdır. Batılı ressamın kadınları haremde birer zavallı bibloya indirgeyen sömürücü bakışı, tablonun vermek istediği erkek gözüyle esir alınmış kadın cinselliği imgesine ters düşen ve cinselliği hayatın içerisine taşıyan yapısıyla çocuk gibi bir unsura tahammül edemiyor, böylelikle onu tuvalden ‘temizliyor’. Gerard de Nerval’in Doğu seyahatinde, kendisini peçesini açması için bekleyen Doğu’ya giden bir ‘damat’ gibi görmesi de bu tavrın keskin bir uzantısından ibaret.
Doğu’nun bu beşerilikten kopuk sunuluşu, bugünde Batı’nın gözündeki Doğu imajından pek farklı değil. Harem’deki hayat konusunda batılılarca üretilen tezlerin zaafı, saraydaki cariyelerin dokumadan müziğe kadar çeşitli dallarda terbiye edilmesi vakıası karşısında belirginleşiyor. Kaldı ki, genel toplumsal ve beşerî hayatın ayrılmaz parçaları olan hastalıklar, ölümler – ki o devirde her ailede bir veya birkaç çocuk ölümü normal kabul edilirdi-, psikolojik sıkıntılar, gurbet acıları, geçimsizlikler gibi problemler Harem’inde problemiydi. Kısaca orada yaşanan ve dışarıdan pırıltılı gibi görünen hayatın hem padişah hem de orada yaşayanlar açısından bir bedeli vardı.
Harem, beşerî zaviyeden bakıldığında bir yalancı cennet değil, kanlı canlı insanların yaşadığı ve toplumsal etkileşimlerin devam ettiği bir birimdir.
10 Eylül 1996, Salı