Hukuk devrimi neyin bedeliydi?

Hukuk devrimi neyin bedeliydi?
‘Mustafa’ filmiyle çıkan son tartışmalar ışığında bir kere daha gördük ki, ‘Kemalizm’ nasıl Meşrutiyet dönemindeki zengin tartışmaların bağrından filizlendiyse, ‘Post-Kemalizm’ de ‘Kemalizm’in 85 yıllık zikzaklı deneyimlerinden besleniyor.
Şimdi bir de başımıza ‘Post-Kemalizm’ diye bir deli gömleği daha çıkarma Allah aşkına, diyorsanız geç kaldığınızı söyleyebilirim. Çünkü çıktı bile. 1980’li yılların asker ‘Atatürk’ü 2000’li yıllarda yeni giysileriyle karşımızda. Emperyalizmin anlamının iyice sulandırıldığı bir çağda sözde ‘anti-emperyalist’ mücadelenin kalpaklı Atatürk resmi ile ‘Mustafa’ filminde imal edilen daha insanî, hata ‘dahi’ yapabilen, ‘içimizden biri’ olarak Atatürk resmi etrafında gidip gelmekte ‘Post-Kemalizm’ dediğim ilginç zihniyet oluşumu.
Dikkat edilirse, ‘Post-Kemalist’ söylemde de Atatürk ve yaptıkları yüzeysel tasvirlerin bir adım ötesine gitmemeye yeminlidir. Halkıyla beraber olan iyi bir ‘Baba’, tıpkı kargaları kovduğu gibi düşmanları da yurttan kovmuş, Langaza’daki koca tarlanın ortasındaki küçücük kulübesine sığındığı gibi, geniş ama belalı Osmanlı topraklarındansa küçük ve gerçekçi bir Türkiye’yi hedeflemiş ve başarmıştı vs. vs.
İyi de bütün bu devrimler, hâlâ hayırsever bir babanın milletine ‘lütfu’ olarak anlatılırsa orada gerçek kargalar bile yiyecek bir tek tane bulamayıp gitmezler mi? Gerçekler buharlaşmaz, fikir hayatı çölleşmez, tarih, sırra kadem basmaz mı? Meydan kala kala bakla tarlası ile kargalara kalmaz mı?
‘Nutuk’ta Gazi Mustafa Kemal kendisi söylüyor, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun sağladığı sessizlik olmasaydı devrimleri tutundurmamız kolay olmazdı diye. Lakin bu sözün ipucunu çekip toplamaya niyeti yok kimsenin. Söylediği şudur:
“Türk milletinin uygar toplumlardan anlayış yönünden de hiçbir ayrılığı olmadığını göstermesi gerekiyordu. Bunu, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun yürürlükte bulunduğu sırada yaptık. Bu kanun yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Ama buna, kanunun yürürlükte oluşu da kolaylık sağladı denirse bu, çok doğrudur.”
Buyurun size bir ipucu. Sarın makarayı başa ve ‘Eğer Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılmamış olsaydı, basın ve muhalefet susturulmasaydı devrimler bu kadar kolay başarılabilir miydi?’ diye çamurlu tarlayı başlayın sürmeye.

Mustafa Armağan

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki çalışmalarım sırasında elime bir süre önce kapağını açar gibi yaptığım şu ‘yabancı hukuk danışmanları’ meselesine ilişkin çarpıcı belgeler geçti. Belgelere geçmeden önce konuyu kısaca hatırlayalım mı?
Lozan Antlaşması’nın sonuna koyduğumuz bir beyannameyle cümle aleme ilan etmiştik ki, 5 yıldan kısa olmamak üzere tarafsız ülkelerden yabancı hukuk danışmanları çağıracak ve kendi memurumuz gibi çalıştırıp maaşını ödeyeceğiz. Dahası, bu zatlar, kapitülasyonları kaldırırken söz verdiğimiz hukuk reformlarını gerçekleştirme işinde fikir veya rapor vererek süreci başarıyla atlamamıza yardımcı olacaklardı. Bir tür reform kontrolörü (denetleyicisi) de diyebiliriz bunlara.
Ne var ki, bunların kimler olduğu ve kaç yıl ülkemizde kaldıkları, hangi noktalarda müdahale ettikleri, devletten ne kadar maaş aldıkları konuları büyük ölçüde karanlığa gömülmüş durumdaydı. Hatta varlıklarından haberdar olanlar bile neredeyse yoktu. Hukuk Profesörü Mehmet Akif Aydın bir makalesinde bu danışmanların varlık ve görevlerine şöyle bir işaret etmiş, ancak daha fazlasını elde bilgi bulunmadığı için yazmamış, konuyu askıda bırakmıştı. (“İslam ve Osmanlı Hukuk Araştırmaları”, İz Yayıncılık, 1996, s. 305.) 4 kişi olan danışmanlardan birisinin Faloche adlı bir İspanyol, diğerinin Sauser-Hall adlı bir İsviçreli olduğunu biliyoruz.
Asılları Ankara’daki Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan bir belge dizisi, 1924’ten 1929 yılına kadar yayılıyor. Hele 1929 tarihli kararname araştırmacılar için tam bir sürpriz niteliğinde. Neden mi? Çünkü biz yabancı danışmanların 5 yıl görev yaptıklarını ve 1928 sonlarında süreleri uzatılmadan memleketlerine gittiklerini zannediyorduk. Oysa 1929 tarihli, altında Gazi Mustafa Kemal’in de imzasının bulunduğu Latin alfabesiyle kaleme alınmış olan kararname, yabancı danışmanlara 1929 yılı bütçesinden para tahsis edildiğini ortaya koyuyor ki, bu, 1930 yılında dahi maaş almaya devam ettiklerini gösteriyor. Sizin anlayacağınız, Lozan’dan 6 yıl sonra dahi hukuk reformumuz ecnebi gözetimi altında imiş.
1924 tarihli ve Atatürk imzalı bir kararname, danışmanlara verilecek yıllık tahsisatın miktarını da açıklıyor: Azami aylık 150 Türk altını veya 37,500 altın Fransız Frangı. Ne var ki, 6 Mayıs 1925 tarihli kararnamede bu paranın Lahey Adalet Divanı’nca az bulunduğunu ve miktarın tam 60 bin altın Franga çıkarılmasının istendiğini öğreniyoruz.
Tabii ‘Post-Kemalistler’, ‘Atatürk Türkiye’sine kimse yan gözle bakamazdı; hele ki içimize gönderdikleri kendini bilmez ecnebiler verdiğimiz parayı az bulmuşlar ha, vay sizi kan emiciler…’ diyebilir. Ancak Atatürk Türkiye’si hayali değil, rasyonel bir ülkedir. Sonuçta ne olmuştur, tahmin edin: Lahey Adalet Divanı’nın kararı aynen kabul edilmiş ve 60 bin Frank tıkır tıkır ödenmiştir.
Danışmanlar konusunda bana inanmayan yanda yayınladığımız belgeye baksın. Altında “Reisicumhur Gazi M. Kemal”, Başbakan İsmet ve bakanlar kurulu üyelerinin imzası bulunan 12 Haziran 1929 tarihli kararnamede aynen şöyle deniliyor:
“Kararname
Lozan muahedenamesi mucibince İstanbul ve İzmir’de istihdam edilen Dört Adliye Müşavirinin 1929 senesi tahsisatının temini için mezkûr sene Bütçe Kanunu’nun dokuzuncu maddesinin son fıkrasına tevfikan merbut kadronun tatbiki, Maliye vekâletinin 6/6/929 tarih ve 315/I numaralı tezkeresiyle yapılan teklifi üzerine İcra vekilleri Heyeti’nin 12/6/929 tarihli içtimaında tasvip ve kabul olunmuştur.”
Eh, o zaman Atatürk Türkiye’sine gelen Yahudi hukukçulardan Ernst E. Hirsch’in o yalazlı cümlesini hatırlamanın vakti gelmiş demektir:
“İsviçre (ve diğer yabancı) kanunların iktibası, Lozan Barış Antlaşması’yla kapitülasyonların kaldırılmasının karşılığı olarak Türk hukuk ve mahkeme işlerinin yeniden yapılandırılmasına dair taahhüt edilen uluslararası hukuka ilişkin bir yükümlülüğün yerine getirilmesidir.”
Bilelim ki, Türk hukuk devrimi, kapitülasyonların kaldırılmasının bedelidir. m.armagan@zaman.com.tr

02 Kasım 2008, Pazar

Bir yanıt yazın