Hüzünlü Kanatlar

“Muhayyile” demiş unlu yazar Samuel Beckett, “insan ne yapacağını bilmez olunca acar hüzünlü kanatlarını.” Bence bu “hüzünlü kanatlar” terkibi modern dünyada aydının konumunu anlatmaya çok elverişli bir anahtar olabilir. Gerçekten de “hüzünlü” dür o; cağın en fazla ihanet suçlamasına maruz kalmış insanidir; ama yine de bütün umutların tükendiği noktada muhayyilesi ve ufku, yeni bir ışık olarak parlamıştır kitlelerin önünde.

İste 1968 ayaklanmalarının unlu teorisyeni Marcuse, kapitalizmin ideolojik yanıltıcılığından (afyonundan) en bağışık toplumsal kesimlerden biri olarak aydınları görmüyor muydu? Yine ayni geleneğin daha eski bir ismi Karl Mannheim, toplumsal ideolojinin etkisinden kendisini ilk kurtaracak sınıf olarak aydınları saymıyor muydu? Galiba bu özgürlük onun basını fena halde derde sokmasına da yol açmaktadır. Yalnız polis devleti veya askeri yönetimlerle değil, önceden garanti altına alınmamış bir cangilda yalnız basına ilerlemeyi göze alarak giriştiği gozupek yolculuğu ile de bası derttedir onun. Çünkü 20. yüzyıl bas döndüren bir cağ olmuştur basından beri: Dünya savaşlarının kıyameti, teknolojinin bir sahmaran gibi hayatin her alanını kıskıvrak sarması, birer ihtişamlı serap gibi ufukta beliren ve fakat daha bir ömrün dilimleri içinde kabukları dökülüveren ideolojilerin dayanılmaz cazibesi ve milliyetçilik ile de bas etmek üzere soyunmak zorunda kalmıştır. Bas edebilmiş midir? Sanmıyorum. Ancak ufuklardan gelen umut pırıltılarını ilk o fark ettiği için onun yalancı ateşinde ilk yanıp kavrulan da, “mağlup olan ilah”larını ilk ilan eden de o olmuştur.

Cağımızın en acık zihinli Marksistlerinden Henry Lefebvre, 20. yüzyılın en temel ve belirleyici çelişkisini, “daha önce görülmemiş bir bilinçli öz üretim imkanı ve ayni zamanda insanlığın kendi kendini yok etme” ihtimalinin eşzamanlı olarak ortaya cıkmış olması seklinde tespit etmişti. Bu çelişkinin çözümlenebilmesi; ancak ve ancak “hareket halinde bir düşünce” ile mümkün olacaktır. Deleuze, baksa bir acıdan buna göçebe düşünce adini verecektir. Göçebeliğin yerleşikliğe alternatif olarak gündeme taşındığı bir düşüncedir Deleuze’inki.

İlginç olan su ki, geleneksel dünyanın durmuş oturmuş ve belli bir konumu değişmezcesine benimsemiş aydını pek revaçta değildir cağımızda. Bir 19. yüzyılda bası sonu belli, ehramı andıran sistematik bir felsefenin görkemli terasından tarassut edilebilirdi belki dünya; kesin hükümlerle yargılanabilir, Olimpos’tan fanilere buyrultular yağdırılabilirdi. Ama o artik hareketli bir cağın çocuğu olduğunun bilincindedir. Gramsci’nin sözünü ettiği “maaşlı geleneksel entelektüel” değil, her zaman hareket ve oluşum halinde olan “organik entelektüel”dir.

Yine de bir “dava”sı, içinde kanayan bir “yara”sı olmalı değil midir entelektüelin? Joyce’n Finnegans Aake’in 60 dilden aldığı kelimelerle kotararak eleştirmenleri 300 yıl oyalamak istemesi sadece bir fantezi olmak için fazla yorucu bir zahmet değil midir? Neden katlanması gereksin ki buna durup dururken? Modern aydının sadece kendi isine bakan bencil bir bireye indirgenemeyecek kadar bir parçası olduğunu unuturuz genellikle. Edward Saik tam bu noktada devreye giriyor ve şunları soyluyor bize: “entelektüel belli bir kamu için ve o kamu adına bir mesajı, görüsü, tavrı, felsefeyi ya da kanıyı temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetkisine sahip olan bireydir. Bu rolün özel, ayrıcalıklı bir boyutu vardır ve kamunun gündemine sıkıntı verici sorular getiren, Ortodoks ve dogma üretmektense bunlara karsı çıkan, kolay kolay hükümetlerin veya büyük şirketlerin adamı yapılamayan, devamlı unutulan ya da sumenalti edilen insanları ve meseleleri temsil etmek için var olan biri olma duygusu hissedilmeden oynanamaz.”

Hani eski Türklerin savaşan iki ordu gördüklerinde zayıf olana yardim ettikleri seklinde bir rivayet vardır ya, entelektüel de cağımızda zayıf olanın, susturulmuşların, unutulmuslarin, mağlupların ve temsil edilmeyenlerin safında yer almalıdır. Zaten her alanda muktedir olanların borazanı olmak ona değil, dalkavuklara yaraşır!

“Hüzünlü kanatlar”, Beckett’in dediği gibi boşluğa değil, yaralı bir insanlığın kalbine açıldığında dönmeye başlar gerçek yuvasına.

28.07.1998 , Salı

 

Bir cevap yazın