İki Osmanlı Devleti!
Nedense Osmanlı tarihi kafamızda sanki tam ortadan ikiye bölünmüştür: Kuruluş ve yükseliş dönemleri bir yanda, duraklama ve gerileme dönemleri ise öbür yanda. İlk dönemde -ki kuruluştan Kanuni’nin öldüğü yıl olan 1566’ya kadar uzanır- yaşamış padişahların isimlerini iyi kötü biliriz de sıra duraklama devrine gelince meslekten Osmanlı tarihçileri dışındakiler bir türlü sırasıyla sayamaz. Daha doğrusu sanki saymak istemeyiz. Bu döneme müstekreh bir nazar fırlatırız deyim yerindeyse.
Biraz şaşıracaksınız belki; ama yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi kabul edilen Prof. Halil İnalcık da benzer bir görüştedir. O da aşağı yukarı sokaktaki adam gibi ikiye bölmektedir bu 600 yıllık büyük tarihi. Gariptir, yaklaşık olarak aynı yıllardan, yani 16. yüzyıl sonlarından itibaren keskin bir çizgi çekmektedir Osmanlı Devleti’nin tarihine. Başka bir deyişle bir 17. yüzyıla kadarki Osmanlı Devleti vardır, İnalcık’a göre, bir de 17. yüzyıldan sonraki Osmanlı Devleti.
Siz de padişah isimlerini sayamayanlardan idiyseniz rahat bir nefes almış olmalısınız. Koskoca tarihçimiz de Osmanlı Devleti’ni benim gibi ikiye bölmüşse bir bildiği olmalı, değil mi? Fakat acele etmeyin.
Halil İnalcık, Türkçesinin de yayınlanacağını öğrendiğim Ottoman Empire: The Classical Age 1300-1600 (Weidenfeld & Nicholson, 1973) adlı eserinde klasik çağ diye tanımladığı ilk üç yüzyılını inceler Osmanlı Devleti’nin. Kısa bir bölümde ise gerileme ve çöküşüne değinirken şunları söyler özetle: 16. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa ve dünya sistemindeki değişmeler sonucu temel kurumlar kendilerini değişen şartlara uyarlayamadı. İmparatorluğun içine doğduğu “Yakın Doğu devleti modeli”, 16. yüzyıl sonuna kadar elini kolunu bağlamıştır kurumların. Bu bakımdan devletin zirvesine ulaştığı kabul edilen Kanuni dönemi, gerçekte mükemmelliği yakalamış, kendinden aşırı emin, dış etkilere kapalı bir vaziyet arz etmekteydi. Batı’dan teknoloji, tıp ve finans alanlarındaki bazı keşifleri ödünç almalarına rağmen ya askeri ya da pratik amaçlarla kullanıyorlardı bunları.
Oysa 17. yüzyıl yeni bir çağın açıldığı dönemdir Osmanlı tarihinde. Şöyle ifade ediyor İnalcık hoca bu kırılmayı: “Böylece onaltıncı yüzyılın son on yılında Avrupa’nın iktisadi ve askeri etkisi ile onu takip eden derin bunalımlar Osmanlı İmparatorluğu’nu kökten dönüşüme uğrattı ve tarihinde yeni bir çağ açtı. Klasik yakın doğu devletinin kurumları çözüldü ve yeni şartlara uyarlama çabaları imparatorluğu temelinden sarstı. On yedinci yüzyılın ortalarında yine nisbi bir sükunet sağlandığında ortaya çıkan durum, 1600’den önceki imparatorluğun durumundan tamamiyle farklı bir manzara arz etmekteydi.”
Demek ki Osmanlı Devleti, 16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın başlarında içine girdiği bunalımı atlatabilmek için yoğun çabaların içine girmiş, kurumlarında acil bir ıslahata gitmiş, askeri ve idari yapısını dönüştürmüş ve zahiren de olsa çağındaki büyük devletlere yeniden kafa tutacak bir diriliğe kavuşmuştu. Özellikle Köprülüler dönemi, sonu kötü bitse de, devletin ikinci baharını yaşadığı yıllar olmuştur. Hatta, Viyana bozgunu ve sonrasında Batı’yla arasında yaşanan (1683-1699) çok mühim askeri-siyasi mücadele, yalnız Osmanlı tarihinde değil, Avrupa tarihinde de bir “dönüm noktası” teşkil etmektedir.
Çağımızın ünlü Marksist sosyal bilimcilerinden Immanuel Wallerstein’in iddiası ise bizim adını “gerileme” koyduğumuz dönemin, gerçekte Avrupa’da ortaya çıkan kapitalist dünya ekonominin (bütün dünyayı bir piyasa ekonomisi çerçevesinde yutmaya hazırlanan devasa bir sistemin) Osmanlı’nın hükümran olduğu bölgeleri bütün iştahıyla kendisine eklemlemesi sürecinin bir parçası olduğu yolundadır. “Bu eklemlenme sadece üretim yapılarının yeniden örgütlenmesiyle değil, devletler arası sistemin üyeleri olan devlet(ler)in meydana getirilmesiyle (de) sonuçlandı.” İmparatorluğun nüfuz sahalarında kalan ve kapitalist dünya-sisteme direnen toplumlar birer birer devlet yapıldı ve her ‘yapılan’ devlet, dünya-ekonominin kontrolüne sokuldu. Hasılı, Osmanlı Devleti, aslında adına bugün “küresel” dediğimiz muazzam bir güce karşı direnen ve onun sömürüsüne karşı elindeki toprakları müdafaa etmeye çalışan bir devletti. Karşı koydu, alt etmeye çalıştı, kendisini yeniledi; ama küreselleşmek için yapmayacağı şey olmayan bu büyük mekanizmanın ablukasını kırmaya kadir olamadı. Osmanlı’nın hukuka dayalı, yani sistemi değil, halkı korumaya yönelik klasik formunu terk etmedikçe başaramayacağı bir işti dünya-ekonomiye, dünya sistemine dahil olmak.
İşte Tanzimat’tan itibaren değişen tam da bu oldu: Artık kendisinin kapitalist dünya-sisteme dahil olduğunu beyan etmesi, dolayısıyla teslim bayrağını çekmesiydi gerçekte Tanzimat Fermanı.
“Ah bu 17. asır”!
Nedense son zamanlarda Osmanlı tarihinin dikkatimizi bile tevcih etmek lütfunda bulunmadığımız dönemlerini daha çok sevmeye başladım. Şu noktaya vardım ki, asıl Osmanlı 17. asırdan itibaren olgunlaşır, kendini bulmaya ve tanımaya başlar.
Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir’inde bu noktaya dikkat çekmiştir: “Bununla beraber, bu kadar felaketle biten 17. asır zevkimizin tam teessüs ettiği asırdır. İki asırlık tereddüt ve düşünceden sonra sivil mimarimiz Boğaz’a yaraşacak bir üslup bulmuş, üstelik hayatımızda bu inceliği ve onun külfetlerini kabul edebilecek hale gelmiştir.” Başka bir yerdeyse şunu söyler. “Ah bu 17. asır, evliyasıyla, ulemasıyla, vezir vüzerasiyle, eşkıyası ile nasıl birbirine benzer.”
Hızla bir göz atıldığında kültür alanında pek çok sima karşımıza çıkar bu yüzyılda; Nef’i, Evliya Çelebi, Katip Çelebi, Naima, İsmail Hakkı Bursevi, Sultanahmet Camii mimarı Sedefkar Mehmet Ağa ve diğerleri. Köprülülerin Osmanlı’ya ikinci baharını yaşatışı ile Viyana önlerinde uğranan talihsiz bozgun aynı yüzyıla demirlenir. Bu yüzyıl, Genç Osman’ın katline de, gariptir, Osmanlı idaresinde sivilleşmenin başlamasına da şahit olmuştur. Osmanlı’nın yükselişi 1669 Eylül’ünde uzun ve zorlu kuşatma yıllarından sonra fethettiği Girit’le devam eder. Bağdat yeniden fethedilir. St. Gotthard’da 1674’de Almanlara karşı uğranılan gerçekten de trajik yenilgi, barış masasında zafere dönüştürülür, düşman hem tazminat ödemek zorunda kalır, hem de daha önce aldığı toprakları iade eder.
Velhasıl sizden önce kendime tavsiyem şu: Bütün düğümlerin birleştiği ve yoğunlaştığı, zaferlerin de, hezimetlerin de beraber tadıldığı kavşak olan bu “büyük asr”ı anlamadan Osmanlı tarihi anlaşılamaz.