İslam düşüncesinde bir “ayrık otu”-2
Muhammed Âbid el-Câbirî, 1936 Mağrib doğumlu bir düşünür ve felsefeci. Dilimize iki önemli kitabı çevrildi: Arap Aklının Oluşumu (İst. 1997, İz Yayıncılık) ve İslam’da Siyasal Akıl (İst. 1997, Kitabevi Yayınları).
Câbirî’nin özelliği, Endülüs (mağrib) eksenli bir düşünce biçiminin İslam düşüncesi içerisinden ayırt edebileceğini savunması. İbn Hazm, İbn Haldun, Şâtıbî, İbn Bâcce, İbn Tufeyl ve İbn Rüşd çizgisinin devam ettirilmemiş olmasının İslam dünyası için inanılmaz bir kayıp olduğunu söyleyen Câbirî, bu çizgiyi temessül eden modern bilim ve felsefenin ulaştığı verimlerin, aslında Müslümanlarca gerçekleştirmesinin gereği üzerinde duruyor. Bu nedenle İslam tarihi ve düşüncesi geleneğine eleştirel bir geri gitme ve başlangıçtan bu yana oluşan pürüz, yırtık ve sökükleri tek tek tespit etme yöntemini uyguluyor.
Câbirî, Bünyetü’l-Akli’l-Arabî (Arap Aklının Yapısı) adlı eserinde, çok önemsediği İbn Bâcce’yi de “Arap aklı”nın tam karşısına konumlandırdığı “Endülüs aklı” bağlamında ele alıyor. Ona göre Doğu’da felsefe (İslam felsefesi) kelam ilminin egemen olduğu, temel problematiğini kelamın tayin ettiği bir gelenektir. Oysa “Endülüs düşüncesi”, tam anlamıyla bilime dayanmış, matematik ve mantığın üzerinde serpilip gelişmiştir. Dolayısıyla Endülüs’te felsefenin temel ilgisi kelamdan bilime kaymış durumdadır.
İbn Bâcce’nin düşüncesini siyasi bir arka plana dayandıran Câbirî, onu Muvahhidî Devleti’nin, özellikle Sultan İbn Tûmert’in ideolojisiyle ilişkilendirir. İbn Tûmert’in “asıllara dönüş” çağrısıyla bir serbesti ortamı bulan İbn Bâcce, hem Murabıtların çöküşünü, hem de Muvahhidlerin yükselişini yaşamış, eserlerini bu iki siyasi gelişmenin “arasında” vermiştir. Bu “arasında” olmaklıktır ki, Endülüs düşüncesinin Doğu’daki kelâmî ve Yeni-Eflatuncu çizgiden kopmasına, düşünceye ayak bağı olan zincirleri kırmasına kapı açmıştır.
Sözün burasında Fârâbî’nin erdemli şehirde “ayrık otları”na nasıl bir gözle baktığını hatırlayalım: Fârâbî, mecazi anlamda kurar “ayrık otları” hakkındaki görüşünü. Nevâbit adını verdiği bu kişiler, erdemli şehir bir gül bahçesi kadar huzur dolu olduğundan ancak birer diken mesabesinde kalırlar. Onlar erdemli şehrin “erdemsizleri”dir Fârâbî’de. Öte yandan İbn Bâcce, tam tersine çevirir ilişkinin yönünü. O, erdemli olmayan şehirlerdeki erdemli bireyleri kasteder ayrık otları ile. Onlar dikenlerle kaplı bir şehirdeki güllerdir. Onlar, bozulmuş veya değişmiş şehirlerin, fâsık veya kusurlu şehirlerin içinde sürgünde yaşayan münzevîlerdir.
Öncesi olmayan; ama sonrası olan bir düşünür olarak bilinen İbn Bâcce’nin Tedbîrü’l-Mütevahhid’ini, bırakın Fârâbî ve İbn Sinâ’yı, Eflatun ve Aristo’nun bile yazmaya kâdir olamayacağı bir kitap olarak niteliyor İbn Rüşd. Kelime anlamı, ‘Yalnız İnsanın Kendini İdaresi’ olan bu kitabın ismi, İlhan Kutluer’in deyişiyle İbn Bâcce’nin “Büyük Yalnızlık”ının olgunlaştırdığı “sabrın acı meyvesi”dir.
Bu yalnızlık felsefesinin candamarını teşkil eden cümleleri ise şunlar İbn Bâcce’nin:
“Onlar kusurlu şehirde ‘nevâbit’ olarak kaldıkları sürece hep yalnızdırlar. Böyle bir yalnızın veya yalnızların tedbirinden murad, saadet ise, bu ancak inziva ile mümkündür. Öyleyse bu şehirde mutlu insanlar olacaksa, onlar için ancak yalnız insanın mutluluğu söz konusudur. Sufilerin ‘garip’ derken kastettikleri bu kişilerdir. Zira onlar, her ne kadar yurtlarında, komşuları arasında ve evlerinde olsalar da, savundukları görüş itibariyle gariptirler, yabancıdırlar. Taşıdıkları fikirler sebebiyle sanki vatan haline getirdikleri bambaşka mertebelere göç etmişlerdir.
Mütevahhid, yani yalnız insan, eğer kesret ifade eden kusurlu şehirlerde tedbirini gerçekleştireceği bir vasat bulamazsa, yani kendi vatanını kalbinde, aklında, ruhunda yeniden inşa edemezse tek bir yol kalıyor önünde: O yegâne erdemli şehre ulaşmak. Orada ne hâkimlere, ne de doktorlara ihtiyaç vardır. Çünkü, “Aralarında hiçbir zaman ihtilaf çıkmaz” ve “zararlı gıdalar almazlar.” Kısaca “tam, olgun ve erdemli şehir öyle bir yerdir ki, orada her insana istidatlı olduğu şey verilmiştir. Orada yapılan işler, kelimenin tam anlamıyla mutlak olarak erdemli işlerdir.”
İşte böyle bir şehir arayışı yönlendirmiştir İbn Bâce felsefesini. Bu felsefe, İbn Tûmert’in “Muvahhidî” (mutevahhid ile muvahhid kelimelerinin arasındaki etimolojik akrabalığa dikkat!) şehrini kurma ideolojisinde karşılık ve yankısını bulacaktı. Gerçi Murâbıtlar ilk defa Endülüs’ü tek bir devlet otoritesi altında toplamışlar; giderek bir “siyaset” şehri kurmayı da başarmışlardır. Fakat “bilim şehri” olamamıştı Murâbıtlarınki. Endülüs gibi en azından sanat ve mimarî alanında büyük eserler vermiş bir toprakta bedevî bir ufkun yetersiz kalacağı aşikârdı: Bu hadarî (medenî) ihtiyacı karşılamak ellerinden gelmeyince ve yeni duruma da kendilerini uyarlayamayınca İbn Tûmert işe “sıfırdan” başlamak zorunda kalacaktı. Sıfırdan, yani toplumdan, erdemli toplumu bir kerede kurmaktan değil, tek tek fertlerden: Yalnızlardan, münzevîlerden, gariplerden, hanîflerden yola çıkacaktı. Başka bir deyişle erdemsiz şehirdeki erdemlilerden…
Câbirî’ye göre İbn Tûmert, siyasi cepheden, İbn Bâcce ise bilim (düşünce) cephesinden erdemli bireylerle yola çıkma projesine ortak imza atmışlardı. Ancak İbn Bâcce, devlet adamlığı tecrübelerinden de biliyordu ki, siyaset “ilim şehrini kurmaktan âciz”dir. Bu nedenle onun erdemli şehrinde siyasetin sözü edilmeyecektir. Orası siyasetin ifsât edici etkilerinden âzâde erdemlerin yurduydu. Siyaseti tuvalinden temizleyen İbn Bâcce’nin eksiklik ve zaaftan arınmış ideal şehri zaman ve mekânın dışına uzanmıştı. Çünkü “orada hakikatın birliği ve ebedîliğinin toplandığı feylesoflar vardı.”
Feylesof, çevrenin bütün olumsuzluklarına rağmen tutunacak bir dal, bir sarmaşık, kendi deyişiyle bir “ayrık otu” simyasını bulmuştur.
15 Temmuz 1997, Salı