İslam şehrinin insani yüzü

İslam şehrinin insani yüzü
Weber’in Batı şehri kavramlaştırması, oryantalist tarih yazımının etkisinde kalmıştır ve Batı’nın Doğu’ya yönelik önyargılarının derin izlerini taşımaktadır. Buna göre Batı şehri, bir şehirden beklenebilecek özerkliğe sahip yegane örnektir. Doğu ve İslam şehirleri ise gelişmenin alt basamaklarında kalmıştır ve onların kendi içlerinden dönüştürülmeleri beklenemeyeceğine göre Batılı medeniyet taşıyıcılarınca yeniden harekete geçirilmelidir. Oysa Weber, bizzat kendi metodolojisini İslam toplumları söz konusu olduğunda izlememiş, sosyolojide devrim niteliğindeki Verstehende (anlama) metodunu, İslam şehirlerinin aktörlerinden nedense esirgemiştir. Bu da şehir sosyolojisinin geleceği üzerinde neredeyse bir asır sürecek olumsuz bir etki bırakmıştır.

Oysa Oleg Grabar’ın belirttiği gibi İslam şehirleri, insan yüzlü şehirlerdir. Orada Batı şehirlerindeki kurumsal ilişkilerin soğuk yüzüne rastlamazsınız. Bu yüzden de şehrin fiziki görünümü, kurum ve kuralların belirlediği doğrultuda, önceden belirlenmiş katı bir planlama yerine, insanın ihtiyaç ve inancının yumuşak yansıması şeklinde belirmiştir. Cerasi’nin düşünülmüş ve sessiz biçimler dediği türden bir ilişkinin diyalektik boyutu, tarihin en özgün sentezlerinden birisini vücuda getirmiş bulunan Osmanlı şehrinde açık bir şekilde tezahür etmiştir. Böylece Grabar, onun gevşek ve esnek dokusuna işaret etmektedir vukufla. Grabar’a göre Batı şehrinde gördüğümüz zirai alan ile şehrin içi (şehir-kır) arasındaki keskin ayrım İslam şehrinde söz konusu değildir. Ticaret ve zanaata dayalıdır; ama asıl geçim kaynağı yine de ziraattır.

İslam şehirlerinin kurumsal çehresindeki bu gevşeklik ve esneklik sayesindedir ki, Haçlı seferleri yahut Moğol istilası gibi geçtiği yerleri yakıp yıkan ve silip süpüren büyük felaketlerden sonra -devlet ortadan kalksa dahi- şehirler kendilerini restore edebilmiş ve çok geçmeden eski hayatiyetine tekrar kavuşabilmiştir.

Weber’in problem edindiği nokta, İslam şehrinin Antik ve Orta Çağ şehirlerinin sosyal ve kurumsal yapısına sahip olmayışıydı. Aksine, tam da bu özelliği sayesinde İslam şehri, bu şehirlerin başına arız olan doku katılaşmasından boğulmak gibi bir akıbete uğramaktan kurtulmuştur. Katı kurallarla çerçevelenmiş şehirler, zamanla donup katılaşmakta ve içinde yaşayanlara boğucu bir atmosfer yaratmaktadır. Oysa Latinlerin de dediği gibi şehrin havası özgür kılmalıdır insanı. İşte İslam şehrinin insani yüzü bu özgürlük noktasında ortaya çıkmaktadır.

İslam şehri, kurumlar ile fertlerin ilişkisine değil, fertlerle fertlerin ilişkisine dayanır. Onun tanımı, 10. yüzyılın büyük edibi Cahız’ın da belirttiği gibi bir ahlaki ve manevi terimlerle yapılmalıdır. İslam şehrinin bu insani çehresi, fiziki özelliklerine de yansımış durumdadır. Çok sayıda yeni ev ve abide, harab olduktan sonra aynı amaçlara sahip yenilerine yerini bırakır, pazar yerleri muntazaman yenilenir, büyük mezarlıklar ile insanların geçmişle irtibatı korunurken, unutulmuş insanların mezarları sürekli olarak boşaltılır ve yeni ölülere ev sahipliği yapar (Batı’da olduğu gibi mezarlıklar sabit ev sahiplerinin mülkü değildir).

İslam şehrinde kurumsal ilişkilerin olmayışı bu açıdan büyük bir rahatlık sunar ve şehirlerin çözümlenmesi gereken sorunlarına her devrin farklı bir alternatif bulmasını mümkün hale getirir. Müslümanların bu esnek sorun çözme metodolojisi ve ümmetin geri kalanıyla bağlarının sürmesi sayesinde başları derde girdiğinde, mesela Endülüslülerin Fas’a, Faslıların İran’a rahatlıkla gitmelerini ve nüfuslarının yarısından fazlasının Osmanlı egemenliğindeki şehirlerde hayatlarını sürdürmelerini mümkün kılmıştır. İslam şehrine ve onun sakinlerine bu esnekliği kazandıran ise doğrudan doğruya İslam’ın kendisidir. İslam, bütün problemlerinin içinde çözülebileceği soyut formlar getirmiş, bu formlar her kültür ve coğrafyada yeniden üretilmiş, böylece ortak bir çözümleme pratiği Endülüs’ten Kırım’a kadar kendisini yüzyıllarca ayakta tutabilmiştir.

Özetle, İslam şehirleri kurumlardan çok insanı esas almış şehirlerdir. Katı kurallardan çok insanın zaman ve coğrafyaya göre şekillenen ihtiyaçlarına göre çözümler üreten bir anlayışın eseridir. Esnektir, bu yüzden de belli bir dönemde donup katılaşmaz, sürekli yenilenebilir. Yabancılara kapalı değildir. Kısaca açık şehirler veya çağımızın ünlü mimarlarından Frank Lloyd Wright’ın deyişiyle “organik” veya “canlı” (living) şehirlerdir.

Bir cevap yazın