Max Weber’in dinlerin toplumsal planda ortaya çıkış sebeplerini açıklarken gündeme getirdiği bir kavram vardır: Teodise. ‘Bütün dinlerin en büyük problemlerinden birisi teodise problemini halletmektir’, tarzında bir yorumda bulunmuştur Weber.
Peki teodise (İng. theodicy) nedir?
Kötülük problemi, eski deyişle ‘şer meselesi’. İslâm kelamındaki tabirle “halk-i şerr”…
Kısaca şudur teodise:
Cenab-ı Allah’ın her şeye gücü yetiyorsa, kâdir-i küll; yani omnipotent ise niye insanların kötülüklerden acı çekmesine izin veriyor? Ya yeterince güçlü değildir ve dünyada bazı engel olamadığı kötülükler vardır veya kötülüklerin var olmasını istemiştir, o zaman da mutlak iyi olma sıfatı söz konusu değildir.
Bu çetrefilli problemi her açıklayışta tekil ve bireysel olaylara inildiğinde kötülüğe maruz kalan kişinin ‘Niye ben?’ diye sorması kaçınılmazdır ve ne yazık ki bireysel ve rasyonel düzeyde o bireyi ikna edecek cevap bulmak imkânsız gibi bir şeydir. O acılı insan ‘Niye benim evladım trafik kazasında öldü de şu kadar insanın çocuğu hâlâ yaşıyor?’ sorusunu soracaktır ister istemez. Buna “masumiyet sorusu” da diyebiliriz.
İşte Max Weber’e göre dinler, rasyonel düzeyde cevabı bulunmayan benzer sarsıcı sorulara irrasyonel cevaplar vermek suretiyle bu derin problemi –paradoksal gibi gelecek size ama- “rasyonalize etmişler”dir. Gerçekten de belki teolojik bir problem gibi duruyor teodise sorunu ama hepimiz hayatımızda onunla, yani ‘niye ben?’ sorusuyla en azından birkaç kere karşılaşmışızdır. (Tabii Milli Piyango’dan ikramiye çıkınca ‘Niye ben?’ diye sormadığımız da bir vakıadır.)
Neden ben? Bence bu son derece sarsıcı bir soru ve hepimiz bir şekilde bu soruyla hayatımızın bazı anlarında yüz yüze geliyoruz. Zaten ağaçlara çaput bağlamadan mum yakmaya, sadaka vermeden adak adamaya kadar birçok “halk dini” pratiği bu derin sorunu ferde bir şekilde atlatma yolunda üretilmiş avutucu çözümlerdir ama kabul edelim ki, toplumların avunmaya ve teselliye de ihtiyacı vardır. (Özellikle ölüm veya ayrılık gibi acılar karşısında.) Dolayısıyla din toplumsal düzeyde ele alındığı zaman onun metafizik kökeni vesaire tartışılmaktadır ama asıl böyle somut sorunlar karşısında insanların sarıldığı ve ürettiği bir takım avutucu çözüm veya teselliler geçerlidir.
Öte yandan din ve toplum tartışmalarında ilginç bir sorun daha tespit ediyoruz: Dini anlamak dini yaşamakla özdeş midir? Yani dini kaynaklarıyla, diliyle, aslıyla kavrayanlar dini ortalama müminden daha mı coşkulu ve kaliteli yaşar?
Bu ağır bir sorundur ve net bir cevabı da yoktur.
Dinin kaynaklarıyla yıllarca cebelleştikten sonra Allah’ın varlığı dahil din ve imanın temel direklerine inancını yitiren bir İslam ilahiyatçısı itiraflarını geçen yıl twitter’den kamuoyuyla paylaşmıştı (gariptir, kendisi bir İlahiyat Fakültesi’nde talebesine İslamiyeti öğreten akademik titri bulunan bir hocaydı). Şimdi o ilahiyatçının talebesi olduğunuzu düşünün bir an için: Allah’a ve dinin temellerine inanmayan ama onları bir Batılı Oryantalist gibi ‘bilen’ bir hoca size diyelim ki tefsir dersini anlatacaktır. Ne hissederdiniz?
Demek istediğim biraz bu: Dini bilmek ile dini yaşamak başka hadiselerdir. Hatta o noktada dini fazla bilmek dezavantaja bile dönüşebilir. “Kocakarı imanı” diye dalga geçilen, dini iç dünyanızda coşkuyla yaşamak, Kur’an tilaveti sırasında kendinizden geçmek, Ayasofya Camii’ne girdiğinizde gözlerinizde ıslaklık hissetmek, vaaz sırasında bir cümleden çarpılarak haykırıp kendinizi yerden yere atmak, kelamı kulağınızla değil, kalbinizle duymak neden dini kitabî olarak bilenlerinkinden daha az İslamî olsun? Soru budur ve cevaplanması kolay değildir.
Dinin ilmî (cognitive) boyutunun hissî (emotional) boyutundan hiyerarşik olarak üstün olması gerekir mi? Galiba tasavvuf ve diğer mistik inançların halkın nazarında daha zahmetsizce revaç bulması ile dinin öğrenilmesi ve öğretilmesi diyebileceğimiz ilahiyat/medrese boyutunun yeni bir analizine ihtiyaç vardır.
Özetle din öğrenilmek için mi yoksa yaşanmak için midir?
Kolaycı ve uzlaştırmacı çözüm, en iyisi her ikisinin birden var olması deyip işin içinden çıkmaktır ama önümüzdeki bazı kötü numuneler, yani nadir de olsa İlahiyatçı sapmaları dinin yaşanmadan bir bilgi mevzuu haline gelmesinin tehlikesine işaret etmektedir. Dinle bilgi düzeyinde fazla yüz göz olmak gerekli hissî bağ kurulmadan gerçekleşirse bu tür sapmaların –istisnaî de olsa- vukuu kaçınılmazdır.
Özetle din ile ilahiyat özdeş değildir ve olamaz. Aşkı dinin kalbine tutuşturucu madde olarak koymayan bir anlayışın mistik sapmalardan farkı yoktur ve zaman zaman bazı din âlimlerinin “şatahatı” tasavvuf erbabınkinden daha tehlikeli olabilmektedir. Daha tehlikelidir, çünkü ikincilerinki bilgiye dayanmadığı için kolaylıkla diskalifiye edilebilir; ama birinciler, bunu bir de bilimsel kılıkta yapmaktadır ki, ördükleri duvarı yıkmak kolay olmamaktadır.
13.04.2023, muzakerat.com