İslâm ve ‘Türk İslâmı’
Yahyâ Kemâl, Siyâsî ve Edebî Portreler adlı kitabında Dârülfünun’un meşhur felsefe müderrisi Babanzâde Ahmed Naim’le aralarında geçen bir tartışmayı hatırlar.
Bugünkü Edebiyat Fakültesi binasının yerinde daha önce Zeynep Hanım Konağı vardır ve burası Dârülfünun olarak kullanılmaktadır. Her ikisi de hoca olarak bulundukları bu mektepte 1921-1922 (tarihi tam olarak hatırlayamamaktadır üstâd) tarihlerinde tutuştukları tartışma, doktrinler manzumesi olarak İslâm ile halkın kabûlüne muhatap olmuş bir İslâm arasındadır ki, günümüz tartışmalarına dair bazı ipuçları sunmaktadır.
O yıllarda Yahyâ Kemâl Tevhid-i Efkâr gazetesinde “eski İstanbul’un rûhânî semtlerini teşrîh etmeye çalışan” yazılar yazmakta, “bu toprağın ‘vatan toprağı’ diye tekevvün edişinin hikâyesi”ni kaleme almaktadır. Kısacası İslâm’ın bu topraklara mahsus çehresinin ilk çizgilerini çıkartmaya koyulmuştur Yahyâ Kemâl.
Ahmed Naim ise ‘bu efsaneler üzerine kurulmuş dine’ karşı çıkmış ve “İslâm akâidini ve esâsâtını baştan başa tahrif” eden Yahyâ Kemal’in yazılarının İslâmiyet’e Abdullah Cevdet’in ‘dinsizliği’nden daha zararlı olduğunu söyleyerek başlatmıştır tartışmayı. Buna mukabil Y. Kemâl, “Siz kimsiniz? Kaç kişisiniz? Çokluksanız bile bütün Türk milletinin tarihî hâtıralarına ne karışırsınız? Türk milleti, dini istediği gibi benimsemiştir, diyânetini, vatanını toprağına tahayyül ettiği şekilde karıştırmıştır.” görüşünü savunur ve şu çarpıcı ithamla noktalar düşüncelerini: “İslâmiyet’in inkâr edilmesine râzısınız, lâkin bizim millî tahayyülümüze göre mevcud olmasına ve öyle teşrih edilmesine râzı olamıyorsunuz!”
Tartışmanın üzerinden 13 yıl geçtiğine göre tarih 1934’tür. O kadar sene birbirinden ayrı kalmış bu iki eski dost bir gün Vefâ’da karşılaşırlar. Fakat bu defa bambaşka bir Ahmed Naim karşılar Yahyâ Kemal’i. Son derece mültefittir ve nicedir “Yârabbi, bu adamla son bir defâ görüşmemi mukadder kıl.” diye duâlar ettiğini söyler Yahyâ Kemâl’e. Bundan sonrasını yine Yahyâ Kemâl’in kaleminden aktarıldığı şekliyle Ahmed Naim’in cümlelerinden takip edelim:
“O münâkaşa sonra benim zihnimi senelerce meşgûl etti. Son senelerde ise ben, İstanbul’un birçok semtlerinde gezmeyi ve oralarda, tıpkı senin usûlünde, eski mimarî eserlerinin tarihini araştırmayı itiyâd edindim. Bu hoş merak beni sardıkça sardı. Senin… yazılarını buldum ve tekrar okudum. Azîm bir zevk aldım. Sana bu yüzden ne kadar haksızlık ettiğime o yazılarının bir şâir fantezisi olmayıp hakikaten mânevî birer ufuk olduklarına kâil oldum. İşte bundan sonra, bu yüzden seni o vakit gücendirdiğime yandım ve bir daha görürsem isti’fâ-yı kusûr etmeyi nezr ettim.”
Teveccüh faslı bittikten sonra iki dost Şehzadebaşı Camii’nde Mustafa İzzet’in arka kapı üzerindeki sülüs hattını zevkle seyre dalar ve bu yazı üzerine epeyce konuştuktan sonra ayrılırlar. Dostluklarının bu şekilde yeniden ortak bir noktaya akmış olmasından memnun olarak ayrılan Yahyâ Kemâl ile Ahmed Naim, ne yazık ki bir daha karşılaşamayacaklardır. Zira bir ay sonra Ahmed Naim hem de sabah namazında secdede vefat edecektir. (Geçerken belirtelim: 1933 Üniversite Reformu’nda kapı dışarı edilen değerli âlimlerimizdendir kendisi.)
Bunları okuyunca Meşrutiyet dönemi İslâmcılığının Cumhuriyet döneminde kesintisiz ve zenginleşerek sürmesi halinde hem dışarıdan gelecek İslâmî düşüncelere karşı daha donanımlı ve hazırlıklı bir mevkide bulunacağını, hem de daha bu topraklara has bir yeni terkibin bugüne kadar ertelenmemiş olacağını düşünmeden edemiyor insan.
Sebilürreşâd’ın keskin kılıcının, Cumhuriyet döneminin ‘hurâfe’ diye hor gördüğü mâziden radikal kopuşunun hazin sonuçlarını gördükten sonra bu topraklarda İslâm’ın büründüğü özel çehrenin farkına varıp ona sarılmış olması yeterince düşündürücü bir örnek değil mi sizce de?
06 Ocak 1998, Salı