• Home
  • Genel
  • İslamsızlaştırma ve Osmanlısızlaştırma operasyonları

İslamsızlaştırma ve Osmanlısızlaştırma operasyonları

Bize derdi olan adam lazım; derdi ve davası olan adam daha doğrusu. Bilgili insan da lazım elbette ama derdi yoksa bir ansiklopediden, bir google’den ne farkı kalır ki onun? Allah cc. dertlerimizin ve dertlilerimizin sayısını ziyadeleştirsin, azaltmasın.

Bizim derdimiz, bu toprakların İslamiyetle yoğrulan ruhunu muhafaza etmek, onu silmeye kalkanlara sinemizi siper etmektir. Tıpkı elinde silahla topraklarımızı işgale yeltenenlere direndiğimiz gibi ruhumuzu işgale kalkanlara da son nefesimize kadar -başka hiçbir şey yapamıyorsak- hiç olmazsa buğz edeceğiz…

“İslamsızlaştırma” ve “Osmanlısızlaştırma”…

Bir müddettir bu iki terimde somutlaştırmaya çalıştığım yakın tarihimizde dönen oyunların özü en iyi hangi eserde ortaya konulmuştur derseniz, tereddütsüz bir şekilde rahmetli Eşref Edib’in (1882-1971) Kara Kitap’ını gösterirdim. Hepi topu 100 sayfalık mütevazi hacmine rağmen Kara Kitap kadar en basit bir kültür seviyesine sahip insanın dahi anlayabileceği bir netlikte yakın tarihimizdeki asıl davayı ortaya koyma başarısını pek az eser gösterebilmiştir. Bu sebepledir ki bu ülkenin hakiki evladları olduğuna inanan dertlilerin dikkatle, dönüp dönüp okuması gereken bir kitapçıktır.

Osmanlısızlaştırma ve İslamsızlaştırma kavram çiftiyle ifade ettiğim bu topraklarda Osmanlı’yı önce askeri, sonra hukuken, nihayet kültürel olarak bitirme, hatta izlerini silme ve İslamiyetin bu topraklara vurduğu o silinmez mührü kazıyarak ortadan kaldırma çabalarına direniş bize Mehmed Akif’ten Necip Fazıl’a, Bediüzzaman Said Nursi’den Osman Yüksel Serdengeçti’ye, Kadir Mısıroğlu’ndan Eşref Edib’e uzanan ışıltılı bir çizgideki aydınlarımızın mirasıdır ve fikir istihkâmlarımızı besleyecek bu kudretli damarı kan deveranına açık tutmadığımız sürece ışığımızın azalmasına ve körleşmeye mahkûm bulunduğumuzu bilmemiz gerekir.

“İngiliz yeni dünya düzeni”ne girerken safra olarak attığımız dinî ve manevî değerlerin mahiyetini ve bize birer ‘başarı’ hikâyesi olarak yutturulan sözde ‘inkılaplar’ın kimliğimizin hangi onsuz olmaz parçalarını öğütmek için devreye sokulduğunu görmezsek ecdadımızın asırlarca harikalar vücuda getirdiği bu mübarek topraklar üzerinde uyurgezerler gibi dolaşmaya mahkum olacağımızı bilmekte fayda var. Pusulamızı kaybetmemek için de Kara Kitap gibi direnç noktalarımızı net olarak ortaya koyan altın rehberlere ihtiyacımız olduğunu kesin.

Unutmayalım ki, yukarıda sözünü ettiğimiz öz aydınların eserleri hakikat denizlerinde yolumuzu kaybettiğimizde bizi en azından dermansız kalıp boğulmaktan kurtaracak şamandıralardır ve onlara tutunmaya her ihtiyacımız olduğunda yanı başımızda hazır ve nazır olacaklardır. Eğer onları nerede bulacağımızın bilgisiyle mücehhez değilsek tam lazım olduklarında çaresiz kalmamız kaçınılmazdır.

Kara Kitap’ı rahmetli Eşref Edip şöyle anlatmıştı:

Milletin en derin ızdırabını, en derin bir derdini teşhir ediyorum. (…) Bizim vazifemiz, hak ve hakikati tebliğden ibarettir. (…) Biz yaşadığımız devri, olduğu gibi tarihe tevdi etmekle mükellefiz. Vazifemizi yapıyoruz. Her halükârda Tevfik ve hidayet yalnız Allah’tandır.

Sizleri Mehmed Akif’in bu kadim dostunun yazdıkları ile baş başa bırakırken onu “can gözüyle” okuyup “can kulağı” ile dinlemenizi rica ediyoruz.

Eşref Edip: Siz mi dine baskı yapmadınız?

Eşref Edib şu her biri çerçevelik güzellikte fakat aynı zamanda acı tespitlerde bulunmuş:

Milliyetçi olduklarını ilân ettiler. Fakat millî an’anelere, millî şeaire aslâ hürmet göstermediler.

Türbeleri kapattılar. Fakat, bir taraftan yeni türbeler yaptılar.

Dilimizi özleştireceğiz dediler. Fakat, asırlardan beri Türk’ün malı olan kelimeleri attılar, bunların yerine büsbütün yalancı, acayip, maskara, uydurma kelimeler koydular…

İbâdet serbesttir dediler. Fakat, Allahu Ekber diyenleri zindana attılar.

Cumhuriyetçiyiz dediler, fakat tatbikte mutlakiyet esası olan şef sistemi yürüttüler.

Prensiplere tâbi olduklarını iddia ettiler. Fakat, diğer taraftan taparcasına, sımsıkı şahıslara bağlandılar.

Halkçı olduğunu söylediler. Fakat, halkı istihfaf ettiler, hiçe saydılar.

Saçak öpmeyi tard ettiklerini iddia ettiler. Fakat el-etek öpmekten, iki büklüm olarak insana tapmakta devam ettiler.

Milletin refah ve saadetinden bahsettiler. Fakat onu ızdırap ve sefalet içinde kıvrandırdılar.

Vicdan hürriyetinden dem vurdular fakat dinî mahiyette cemiyet teşkilini men ettiler.

Demokrasiden bahsettiler, fakat, en müthiş istibdat yolunda yürüdüler.

Din, siyasete âlet edilmez, dediler. Fakat, dini tahrif için siyaseti âlet yaptılar.

Lâikiz dediler. Fakat, milletin dinini, îmanını pençeleri altında ezdiler. Lâikliği dünyanın hiçbir yerinde olmayan din aleyhtarlığı şeklinde tatbik ettiler.

Tuğralardan, kitabelerden ne istediniz?

1927 yılında resmi ve milli binaların üzerindeki tuğra ve övgülerin kaldırılması hakkında 1057 sayılı kanunun çıkarıldığını duymuşsunuzdur. Bu kanun çıktıktan sonra Türkiye’de tam bir tarih katliamı başladı. Sayısız eser kırıldı, döküldü, kazındı, söküldü. Vandalizmin hangi boyutlara ulaştığını Osman Öndeş’in Vurun Osmanlı’ya adlı kitabından okuyabilirsiniz.

Hazin hadiselerden biri de Yozgat’ta yaşandı. Sultan 2. Abdülhamid adına yaptırılan Hamidiye Çeşmesinin resmen derisi soyulup çırılçıplak bırakılmış. Ne tuğra kalmış geride, ne devlet arması ne de kitabe ve hemen her çeşmede bulunması adet olan ayetler. Hem eski halini, hem de yeni halini koyuyorum ki cinayetin çapı daha iyi anlaşılabilsin.

Kutu

Dinden bahsetmek yasaktır!

CHP şimdi istediği kadar biz dine karşı değildik deyip inkâra yeltensin, hakikatin gazabından yakasını kurtarmayacaktır. Bakın basına dinî yayınları nasıl yasaklamışlar?

İşte Başbakanlık Basın Genel Müdürlüğü İstanbul Bürosundan çift hilalli, yani “çok gizli” ikaz.

Sayı: 651                                                                                                          24 Temmuz 1942

“Gazetelerimizin son günlerden neşriyatı arasında dinden bâhis bazı yazı, mütalaa, ima ve temennilere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî ve gerek mütalaa kabilinden olan her türlü makale, bend, fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi (kaçınılması) ve başlanmış bu kabil tefrikaların en çok on gün zarfında nihayetlendirilmesi rica olunur.”

Matbuat Umum Müdür Vekili

İzzettin Tuğrul Nişbay

Bir yanıt yazın