• Home
  • Genel
  • İzmir Yamanlar Koleji öğrencilerinin sorularına cevaplar

İzmir Yamanlar Koleji öğrencilerinin sorularına cevaplar

İzmir Yamanlar Koleji öğrencilerinin sorularına cevaplar

Tarihin kör noktalarına ışık tutan yazar olarak biliniyorsunuz. Fakat eserlerinize bakıldığında sadece tarih ile ilgili değil şehir, gelenek, kültür ile ilgili eserler de yayınladınız? Mustafa Armağan bu geniş yelpazede kendini nasıl tanımlıyor?

“Kültürolog” olarak tanınmayı tercih ederdim. Ne var ki, şimdilerde ‘tarihçi’ diyorlar. Bir zamanlar da ‘şehirci’ derlerdi. Belki ileride ‘demonolog’ bile derler (hele şu Şeytan hakkındaki kitabımı bir yazayım, siz o zaman görün!). Bunlar bir yana, gerçekten de araştırırken farklı yönlere ışık tutmaya, görünmeyeni görmeye ve göstermeye çalışıyorum. Okunmayanı, okumaya daha doğrusu… Göz kapaklarımın olmamasını çok isterdim. Ellerimle açıyorum mecburen. Sizin elleriniz de gidiyor mu gözkapaklarınıza ara sıra? Gidiyorsa ‘bendensiniz’ demektir. Anlaştık mı?

Yazılarınızda derinlemesine araştırma izleri görülüyor, araştırma merakınız çocukluktan gelen bir merak mı, yoksa okudukça artan bir olgu mu sizin için?

Çocukluğun nasıl bir mağara olduğu henüz keşfedilebilmiş değil. Muhtemelen fikirlerimizin ve karakterimizin tohumlarını oradan taşıyoruz. Yalnız sonradan geliştirmek şartıyla… Yoksa hepimiz çocukluğuna teslim olmuş kuklalar olurduk. Değiliz, iyi ki de değiliz. Meraklı olduğum kesin. Ortaokuldayken (şimdi ‘birinci kademe’ diyorlar galiba) futbola ziyadesiyle meraklıydım. Hem oynar, hem de gazete ve dergiler biriktirirdim ama akranlarımdan farkım, arşivci olmamdı. Onlar spor gazetelerini okuduktan sonra atarlardı. Ben biriktirirdim. Defterlerim vardı. İstatistikler tutardım, gollerin fotoğrafların keser, zamkla yapıştırırdım defterime. Zevkle yapardım bu işi. Hala o dönemden kalma, eski, 1930’lardan kalma futbol dergileri durur arşivimde. Onlara bakarken, ‘Adam olacak çocuk dergisinden belli olur’ demiyorum elbette ama içimdeki merak kıvılcımlarının o zamanlar tutunduğu nesneye biraz da hayretle bakıyorum. Sonraki tarihsel derinlik arayışımın tohumları oralarda sergileniyor. Bu sergiyi gezen yalnız ben olsam da…

Şehirlerle ilgili kitaplarınız çok ilgi çekici, sıcak bir üslupla kendini fark ettiriyor. Urfa’da doğup, Bursa’da okuyan, İstanbul’da üniversite öğrenimi gören, kitaplarınızdan anladığımız kadarıyla yurt dışında epey ülke gezmiş biri olarak şehir-insan ilişkisini nasıl ele alıyorsunuz?

Şehirler bizim en dıştaki elbiselerimiz. İlk elbisemizin cildimiz olduğunu hatırlarsak, giyindiklerimizin ancak ikinci elbiselerimiz olduğunu fark ederiz. Sonra kişilik elbiselerimiz veya zırhlarımız gelir. Derken odamız, evimiz, sokağımız, mahallemiz, semtimiz, ve şehre ulaşırız. Tabii ülkemiz de var ama o tanımlanabilir bir birim olmak için biraz fazla geniş ve bazı farklıklar taşır. Coğrafi, kültürel, dilsel farklılıklar… Dikkat edin, kendimizi tanımlamaya şehirden başlarız. Hemşerilik, yani “hem-şehrîlik”, yani aynı şehirden olma olgusu bunun için önemlidir zaten.

Zannettiğimiz kadar çok sayıda şehir gezmedim ama gezdiğim yerleri iyi gezdim ve iyi değerlendirdim diyebilirim. Hafızasını ısırarak gezmek gerekir bir şehri. Aksi halde hafızanız üst üste binmiş karelerle dolmuş olarak dönersiniz şehirden. Ve onlardan kat’a lezzetli bir taam çıkmaz. ‘Sanki ve gibiler’ çıkar çıksa çıksa.

İnsan eli değmiş çevrenin en yetkin inşası şehirlerde gerçekleşir ve bu yüzden de şehirde taş, artık alelade taş değildir; insan eli değmiş taş bize daima daha sıcak gelir. Siz Süleymaniye Camii’nde hiç taş gördünüz mü? Veya taş göreni gördünüz mü? Ama taştan yapılmıştır! Ve Süleymaniye taş değildir! Kanuni’dir, Sinan’dır, Yahya Kemal’dir. Süleymaniye’de biz bir ruh sineması seyrederiz ki, şehrin anahtarları o filmin içinde bir yerlere saklanmıştır. Bulabilene ne büyük armağanlardır. Kilitleri bol ama anahtarları saklı bir dehlizler manzumesidir şehir. Anahtar gözlerinizin önündedir ama göremezsiniz. Görmek için gözlerinizdeki nasırları tedavi ettirmeniz gerekir. Benim kitaplarım bu tedavinin ‘tüyoları’ şeklinde anlaşılabilir.

İnsan Yüzlü Şehirler” kitabınızdan yola çıkarak insanlar mı kendilerini şehre benzetir, şehirler mi insanlara? Yoksa danışıklı bir ilişki mi söz konusu?

Karşılıklılık şehre yakışır en önce. Şehri kuran insandır ama onu kimin kurduğu belli değildir. Anonim insandır o. Ama insanı kuran da şehir değil midir sonuçta? Peki burada iç içe aynalar gibi kim kimi kurmakta ve etkilemektedir? Sonuçta şehir de insan ürünü olduğuna göre, ruh ve taşın etkileşiminden söz edebiliriz. Taş, Süleymaniye’de olduğu gibi ruha dönüşmekte, ruh ise taşın üzerine bir deri, bir maske gibi geçmektedir. Hangisi hangisindedir dersiniz? Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘taşlarda gülen rüya’ dediği espriyi bir de bu açıdan düşünün.

Sizce gittiğiniz şehirler arasında hangi şehirler daha “insan yüzlü”?

Siluetinin simgeselliği bakımından hiçbir şehir İstanbul kadar insan yüzlü değildir bana göre. Belki bir zamanlar Mekke ve Medine böyle şehirlerdi. Ama bugün maalesef gökdelen ormanları arasında yüzünü yitirmek tehlikesi altındalar. Lakin İstanbul’a bakınca ‘Hah işte tam o’ diyorsunuz tereddütsüzce. Diğer şehirlerde bir tereddüt yaşanıyor yine de. İkizi olan şehirler var. Ama İstanbul’un ikizini bulamıyorum. Rio’ya benzer diyorlar; onda da tabiat güzelliği belki İstanbul’la yarışır ama bu defa da tarihi ve mimari kimliği ağır basar İstanbul’un.

Tabii Bursa benim için insan yüzlü bir şehirdir. Yer yer Şam sokaklarında bu duyguyu hissettiğim oldu. Buhara’da, Vladimir’de, Astrahan’da kimi sokaklar, hatta Saint Petersburg’da bile bazı Dostoyevski köşeleri keşfedebildim. Lakin İstanbul kadar toplayıcı bir kimliği başka hiçbir yerde bulamadım.

Tarih ilgili yazılar genelde akademik yazılardır. Fakat yazılarınızda kendini okutturan, halkın ilgisini çeken bir üslup var. Bunda edebiyatçı olmanızın etkisi olmalı. Bu güzel üslubunuzla iyi bir romancı veya hikayeci olabilirdiniz. İleride farklı yazı türleriyle eserler vermeyi mesela roman yazmayı düşünüyor musunuz?

Üslubumun romana yatkın olduğunu öteden beri söylerler. Fakat roman yazmak biraz büyüdü gözümde. Belki de yanlış yaptım büyütmekle. Bir ‘Fatih romanı’ yazacaktım, yarım kaldı. Asım’ı romanlaştırmak istiyorum şimdi. Belki Abdülhamid hakkında biraz fantastik yanlar taşıyan bir roman yazarım. Ama kendimi fazla dağıtmadan sürdürmeliyim işimi. Yazacağım romanın, mevcut yazarlık kariyerime katkısı olması gerekir. Bunun için titizleniyorum.

Geçmişte yaşamış şahsiyetleri “iyi ve kötü”, olayları “kazanıldı, kaybedildi” şeklinde kategoriye ayırıyoruz. Böyle bir genellemenin doğruluk derecesi nedir?

Bu kaçınılmaz belki ama tarih ilmi bize bu noktada farklı düşünebilme yeteneğini kazandırmalı. Tarih, demokratik tartışma ortamını hazırlamalı. Kendini ötekinin yerine koyarak düşünme alışkanlığını kazandırmalı. Kahraman ve hain çatışması, bizi bir yere götürmez. İkisi de değer yargılarımızı yansıtır. Oysa tarih yargılanmaya açık olsa da, bu, işin tartışma boyutudur, olgusal boyutu değil.

Elbette kendimizi tarafsız bir noktada bulamayız tarihte. Tarihe ilgi göstermemiz bile bir taraf olduğumuzu gösterir. Ancak tarafsızlık mümkün olmasa da, objektifliğin mümkün olduğunu düşünüyorum tarihte. Objektiflik ise ortaya koyduğumuz bilgilerin sınanabilir olmasında aranmalıdır.

Genç arkadaşlarımıza ışık tutması açısından soruyu tersten soracağım: Hangi tür kitaplar okunursa zaman kaybı olur? Yani neleri okumayalım?

Taraflı ama objektif kitapları okuyun derim. Tarafsız görünüp de sübjektif olan ve kanıtlarını gizleyen kitaplardan hazer edin.

Döne döne okuduğunuz eserler nelerdir?

Uzun bir liste vermemi bekliyorsunuz herhalde ama veremeyeceğim. Kitaplarımda bunların ipuçları gizlidir. Dikkatli okuyanlar, öğrenecektir ‘döne döne’ okuduklarımı. Ben de onlara yazıyorum zaten.

Yazmayı planladığınız yazıyı nasıl bir yöntemle kaleme alırsınız?

İp uçları önemlidir benim için. Önce onlar saçaklanır zihnimde. Sonra günün birinde birini çekerim ve arkası gelir. Bundan sonrası araştırma faslıdır. Ve tabii düz bir araştırma yazısının içine bir miktar gerilim unsuru katılır. Bunlar kendiliğinden olur ama tatsız yazıyı kimse okumak istemez.

Yazarlık mı sizi seçti, siz mi yazar olmak istediniz?

Okumak daha önemlidir benim için. Yazmak, onun, olursa iyi olan bir süreğidir sadece. Galiba iyi okuduğum için yazar oldum. Bence yazının seçtiği bir yazar olmak en iyisidir. Bu da son yazarlık tüyom olsun size: Kapıyı çalmayı becerin, açılacaktır.

Bir cevap yazın