“Başını kaldır, ufka bak!” – İbrahim Demirkol
Mustafa Armağan ile “Efsaneler ve Gerçekler” üzerine bir konuşma
“Efsaneler ve Gerçekler” isimli kitabınızla ilgili duygu ve düşüncelerinizi alabilir miyim?
2007 yılında piyasaya çıkan “Efsaneler ve Gerçekler”, benim yakın tarih sorgulamalarımın yeni bir uğrağı olarak değerlendirilmelidir ama kesinlikle son uğrağı olarak değil. Nitekim onun arkasından dizi devam etti. 2008 yılında bu defa “Korku Duvarını Yıkmak” adlı kitabım çıktı ve böylece “Küller Altında Yakın Tarih” serisi dördüncü cildine ulaştı. Henüz tamamlanmadı elbette. Hem beşinci cildi şimdiden sessiz sedasız kızağa girdi bile.
Kitabınızı yazarken nelere dikkat ettiğinizi sorsam…
“Efsaneler ve Gerçekler”, her bölümünü yazarken ayrı bir heyecan ve yoğunlaşma yaşadığım farklı bir kitap oldu benim için; daha doğrusu yazımı sırasında sürekli gerilimler yaşadığım bir kitap oldu… Zaten bu derece heyecan, yoğunlaşma ve gerilimi sonuna kadar yaşamadan yazı yazmak bana hiçbir zaman zevk vermemiştir. Vermesin de… İstemem öyle keyifle ‘lay lay lom’ kitaplar yazmayı. Siz de öyle kitaplar yazmamı istemezsiniz sanırım. Serüvensiz kitap yazmak haram bana.
Kitabınızda hangi noktalara önem verdiğinizi belirtebilir misiniz?
Okurlarımın zihinlerine sorularımla bir süngü olup batmak istedim; asıl amacım, kendilerine belletilenlere asla inanmamaları yönünde onları uyarmak ve kendilerine getirmekti. Kendilerini olayların önünde sürüklenirken görenler, benim uyarımla ayağa kalkıp tutunacak bir dal arasınlar istedim. Ve sorsunlar: Ben bir sürüngen miyim? Evet, eğitim sistemimiz biz insanları birer sürüngene çevirmek için kurgulanmış sanki. Oysa dünyaya düz olarak bakabilen tek varlık türü olan insanın erdemi, kendisine dayatılanı sorgulaması ve yolunu kendi elleriyle döşeyebilmesi değil midir?
Hem o çok sözü edilen Aydınlanma da budur: Ergen olmayıştan reşit olmaya geçiş olarak tanımlamamışlar mıydı Aydınlanmayı? Tam da onu istiyorum işte. Bunun için kitabımda Atatürk döneminde Hitler Almanya’sına ekonomik yönden nasıl olup da neredeyse tamamen bağımlı hale geldiğimizi rakamlarla göstermek istedim; buna benzer daha bir sürü bilmediğimiz gerçeği sundum…
Bir örnekle açabilir misiniz söylediklerinizi?
En öncelikli amaçlarımdan biri de, kitaplarımızda genellikle “Altın Çağ” olarak gösterilen 1930’lu yılların aslında ekonomik açıdan son derece sıkıntılı geçtiğini ortaya koymaktı. Nitekim 1940’lı yıllarda bu ağır sıkıntılar katlanılamaz ve saklanılamaz boyutlara varacak ve 1942’de Başbakan Refik Saydam, “İşlerimiz A’dan Z’ye bozuktur” diyerek bu gerçeği açık yüreklilikle kamuoyuna bildirecektir. İşin garibi, bu zehirli sözü söyledikten birkaç ay sonra Refik Saydam’ın evinde ölü bulunmuş olmasıdır.
Kendisi de bir doktor olan ve Sağlık Bakanlığı yapmış tecrübeli bir devlet adamının böyle gizemli bir şekilde ölmesiyle “İşlerimiz A’dan Z’ye bozuktur” sözü arasında bağlantı kurmak isteyenler o zaman da çıkmıştı, şimdi de isteyenler kurabilirler. Ancak ben işin orasında değilim şimdi. Söylemek istediğim, daha çok şu:
Ulaşılmaz, benzersiz, eşi menendi bulunmayan, “sıfır hata” bir “Altın Çağ” diye lanse edilen Atatürk Türkiye’sinin ciddi ekonomik sorunlar yaşadığına gözlerimizi kapamanın kime ne faydası olacaktır? Gerçekleri ne zamana kadar saklayabileceğimizi düşünüyoruz? Ve ne pahasına? Eğer 1938 sonlarına veya kısaca 1939 yılına kadar Türkiye’de herşey çok iyi gidiyor idiyse, bir iki yıl o ‘belle epoque’u (tatlı devri) bozmaya yeter mi zannediyorsunuz? Zaten bu kadar kırılgan bir “iyi” varsa karşımızda, demek ki, aslında o kadar da iyi değilmiş . Bir başka deyişle, demek ki, pek o kadar “Altın Çağ” da değilmiş. Zaten “Altın Çağ”ın kendisi de bir efsane ve bir kurgu değil midir?
Peki mesajı nedir kitabınızın?
Görüyorsunuz, her adım başında “efsane” ile “gerçek” arasındaki o yüzgöz olmuş ince çizgi üzerinde bulunuyoruz. “Efsaneler ve Gerçekler” de zaten o ince çizgiyi iki taraftan görmemizi sağlayan aydınlatıcı bir kitap olmak iddiasında. “Yeter ki bir adım at, gerçek o kadar yakınında duruyor.” Mesajı budur kitabımın…
Kitabınızın içeriğinde sizce en çarpıcı gelen noktanın neresi olduğunu söyleyebilir misiniz?
Bu kitaptaki en çarpıcı bölüm, bir ayrım yapmak yazarı için hiç kolay değildir ama, sanırım Cemal Reşit Rey’in birilerinin dilinden düşürmediği, neredeyse darbeciliğin resmi marşı haline gelmiş bulunan “Onuncu Yıl Marşı”nın yabancı bir eserden, ünlü yazar ve filozof Jean-Jacques Rousseau’nun “Le Devin de village” (Köy Kâhini) adlı operasından çalıntı olduğuna değinen bölümdür. Bu sarsıcı konu üzerine keşke başkaları da gitseydi diye düşünüyorum. Ben ipucunu verdim, artık görev sizlerde diye düşünüyorum.