Kadınlar şiir yazabilir mi?

Kadınlar şiir yazabilir mi?

Yazdıklarından belli fena halde sinirlendiği. Kısa, kesik kesik cümlelerle bir “hınç” çağlayanı halinde demir gibi laflarını ekranıma fırlatıyordu. Derdi, anlayın işte canım, “adam yerine konulmamak!”

“Zaten siz erkekler hep böylesiniz”ler filan. Oysa yazdıklarımda bir küçümseme, hele hele aşağılama ve hakaretin izi bile yoktu. Ama o “alınmıştı”.

Kadınlar ve feminizm üzerine gerçekçi yazılar yazmak her zaman riskli bir iş olmuştur sağ cephede. Alınganlık, normalin çok üzerindedir çünkü. “Siz de, öyle mi?”; darağacına çekilmek kadar acı bir sorudur çünkü.

Oysa kadın ve cinsel siyaset üzerine ciddi olarak düşünen, ortalıkta dolaşan feminizan lafların çürüklüğünü ortaya döken ve efsaneleri ‘de–şifre’ eden birine teşekkür edilmeli değil miydi? Nihayet “bizde” de bu konulara kıyısından köşesinden değil, belinden tutarak yaklaşan yazarların çıkmış olması neden rahatsızlık ve alınganlık kaynağı olsundu ki?

Warren Farrell Amerika’da “feminist yalanlar” üzerine uzmanlaşmış epeyce ünlü bir isim. Erkekler Niçin Oldukları Gibidirler, Özgürleşmiş Erkek ve Erkek Egemenliği Efsanesi adlı kitaplarıyla modern çağda erkeklerin güçlenmedikleri, aksine güçsüzleştikleri tezini işliyor ve bunun psikolojik ve sosyal sonuçları üzerinde duruyor. Bu ise feminist söylemin karşısına düşen bir tutum; feminist çevrelerin sürekli saldırısına uğraması bundan.

Şöyle diyor bir yerde Farrell:

“Kadınlar erkekleri eleştirdiğinde bunu ‘anlayışlılık’, ‘kendini kanıtlamışlık’, ‘kadınların özgürleşmesi’, ‘bağımsızlık’ yahut ‘yüksek bir kendine saygı’ olarak adlandırıyorum. Oysa erkekler kadınları eleştirdiğinde tepkim, ‘cins ayrımcılığı’, ‘erkek şovenizmi’, ‘savunma psikolojisi’, ‘kendi eksikliğini kadınlara yansıtma’ ve ‘irtica’ (backlash) şeklinde oluyor.”

Farrell’ın nihai kanaati, erkeklerin bu baskılar altında artık duygularını ifade edemez hale geldikleri merkezinde.

Sevgili bayan okurumun gösterdiği duygusal tepki, kadınların kitap ve şiir karşısındaki konumlarını sorgulayan yazım üzerine gelmişti. Bu meseleyi biraz daha kurcalamam ve açmam gerekiyor, çünkü çok kafa karıştırıcı bir konu ve şimdilerde yeniden tartışılmaya başlandı.

Mesela E Dergisi’nin son sayısında Şükran Yücel, kadın yazarların “yüzyıllardır erkekçe tanımlanmış bir dünyayı yeniden tanımlamaya ve yorumlamaya” çalıştıklarını belirtiyor. ‘Bugüne kadarki edebiyat, Fuzulî’ler, Dante’ler, Shakespeare’ler, Dostoyevski’ler sadece erkek dünyasının bakışını yansıtmışlardır, dünyayı ve kadınları onlar anlatmışlardır, şimdi sıra kadınlarda’ demeye getiriyor.

Ama kadın şairleri ve yazarları sayarken epeyce zorlandığı da gözden kaçmıyor. Bronte kardeşler, V. Woolf, Halide Edip, M. Shelley, J. Austen. Onun zikretmeyi unuttuğu önemli bir ismi de ben ilave edeyim: Emily Dickinson.

Neden kadınlar arasında bir Shakespeare çıkmadığına Virginia Woolf’un verdiği cevap, tam “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?” tarzındadır: “Onaltıncı yüzyılda üstün bir yetenekle doğan herhangi bir kadın hiç kuşkusuz çıldırır, kendini vurur ya da yaşamını köyün dışında bir kulübede korkulan ve alaya alınan bir yarı cadı, yarı büyücü olarak geçirirdi.”

Cevap ilginç ama o bitmek bilmeyen ‘feminist sızlanmalar’ın(!) bir çeşitlemesi olmaktan öteye gidemiyor. Gidemiyor, çünkü bu görüş, aynı çağda yaşayan erkeklerin bir eli yağda, bir eli balda yaşadığını varsayıyor. Hata üstüne hata!

Oysa Mozart’ı çıldırtan şartlar nelerdi? Dostoyevski’yi para dilenmeye iten ortam çok mu lehineydi? Ya Hölderlin ve Nietzsche çok mu elverişli şartlarda eser vermişlerdir? Aslında, bir sanatçıyı büyük yapan şey, verili şartların ona sağladığı imkânlar üzerinde rahatça eser vermek değil, şartların olumsuzluğuna direniştir, karşı çıkıştır, akıntının tersine yüzmektir.

Woolf’un bu tezi, mantıken şu noktaya götürür bizi: Kadınlar hiçbir zaman verili şartları aşamayacaktır. Başarısızlığın bahanesi sürekli olarak dışarıdaki bir kötü niyetli şeytanda arandığı sürece, başarısızlık kaçınılmazdır. Oysa, dışarıdaki olumsuzluklar, iddia edildiği gibi kadınların içinde gerçek potansiyel yazarlar var idiyse, onlar için kamçılayıcı bir etki de yapabilirdi; ama yapmadığı anlaşılıyor. Yazı, kültür, felsefe, şiir, edebiyat, matematik ve müzik, tarih içinde erkeklerin at koşturduğu alanlar olmuştur, çünkü “erkek” ve “farklı” olduklarını ispat mükellefiyeti, tarih boyunca erkeklerin omuzuna yüklenmiştir!

Şiir, genellikle sanıldığı gibi duygudan ibaret değildir. Şiiri şiir yapan şey, sıcak duyguların soğuk bir akıl tarafından düzenlenmesidir. Kadın duyar, fakat ifade etmekten kaçınır, çünkü ifade, duygunun iffetinin bozulması, mahremiyetinin ihlalidir; oysa ifade, erkeğin kendisini ispat için kaçınamayacağı bir araçtır. Aksi halde tıpkı Dionysus gibi ham duyguların hoyrat seli altında kendisini yitirir erkek. Soğuk ve mutlak bir eldir şiir ve duyguların el değmemiş vahşiliğine erkekçe bir başkaldırıdır. Bunun için Hölderlin’in dediği gibi “uğraşların en tehlikelisi ve en masumudur”.

Bir yanıt yazın