• Home
  • Genel
  • Kara Afrika’nın çehresini değiştiren adam

Kara Afrika’nın çehresini değiştiren adam

Kara Afrika’nın çehresini değiştiren adam
Geçtiğimiz günlerde Afrika’dan o kara haber düştü haber ajanslarına. Üniversite açmak için Tanzanya’ya giden Erkan Çağıl adlı 38 yaşında bir eğitim gönüllüsü, başkent Darüsselam’da geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetmişti.
Kendisine Allah’tan rahmet, yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ederken, bir yandan da düşünmeden edemedim: Sen kalk, Erzurum’dan Tanzanya’ya git ve kendini üniversite açmaya ada. Bu, Türk insanının gönül cevherindeki zenginliğin göstergesi değil de neydi?
Umutsuzlandığımız, kendimize olan inanç ve güvenimizin yerlerde süründüğü anlarda ağzımızdan, “Tek başıma bu dağlaşan olaylar yığını karşısında ne yapabilirim ki?” sözleri çok dökülmüştür. Oysa tarihte tek bir hedefe kilitlenmemiş olan kalabalıkların ayaklanmadan başka bir şey becerdikleri pek görülmemiş, yine ne yapmışsa fertler yapmıştır. Tarihin hafızasına kazınan olayların altında daima kafa ve yürek beraberliğinin seçilmesi bundan.
Bir zamanlar solcuların pek bir iltifat ettikleri Bertolt Brecht, bir şiirinde şöyle demişti mealen: ‘Sanki piramitleri firavunlar mı yapmıştı? Onlar on binlerce insanın kan ve teriyle inşa edilmişti.’ Bu sığ kafayla bir yere varılamayacağı açık. ‘Peki o on binler neden kendi başlarına bir tek piramit inşa edememişlerdi?’ sorusu cevapsızdır bu mantıkta. O bir kişiler yok mu, yığınları zorla şerle de olsa bir projeye yönlendirmiş, aksi takdirde dağılmaya yazgılı enerjilerini yoğunlaştırmış ve ortaya binlerce yıl sonra dahi hayran kalınacak eserlerin çıkmasına öncülük etmişlerdir. Unutmayalım ki, tarihin pek çok anahtarı mevcuttur; ama kapılarını açan anahtar hep o bir kişidedir.
İşte bugün serüvenini anlatacağımız kişi de bize uyup ‘Tek başıma neyim ki?’ diye düşünseydi, Afrika tarihi başka bir şekil alabilirdi. Ama o üşenmedi, kendisine Tanrı’nın yüklediğine inandığı misyon uğrunda azimle yaya olarak tam 50 bin kilometre kat etti ve sonuçta Afrika’nın kaderini değiştiren, tarihin en büyük yürüyüşlerden birine imza attı.
David Livingston 19 Mart 1813’te İngiltere’de yoksul bir ailede doğdu. Daha 10 yaşındayken bir dokuma fabrikasında çalışmaya başladı. O zamanlar yalnız büyükler değil, çocuklar da gayet ağır şartlarda çalışmak zorundaydı. Küçük Livingston fabrikada tam 12 saat geçiriyor ve 7 kişilik ailesiyle tek odalı bir evde yaşıyordu. Yine de kendini yetiştirmek için didinirken görüyoruz onu. Mesela ilk haftalığının bir kısmıyla kitap aldığını ve onu fabrikada okuyup bitirdiğini söylüyor kaynaklar. Bilim ve seyahat kitaplarını tercih ediyordu genellikle. Geceleri de Latince öğrenmek için bir okula gidiyordu. Oyun nedir bilmemişti Livingston, çocukluğunu yaşayamamıştı.
26 yaşında Glasgow’da bir üniversiteye yazıldı. Tıp, kimya ve ilahiyat okudu. Yazları fabrikada çalışıyor, para biriktiriyor, kışları da okula gidiyordu. 1839’da tıp misyoneri olarak Çin’e gitmeye karar verdi. Ama olmadı. Çin’in kapıları Afyon Savaşı’ndan dolayı İngiltere’ye kapanmıştı çünkü. O aldırmadı ve mesleğinde yükselmeye baktı. Nihayet 20 Kasım 1840’ta tarihî kararını verdi. Tanrı’nın emrini dinleyecek ve doğru Afrika’ya gidecekti. Bu sırada henüz 27 yaşındaydı.
Afrika hakkında çok şey okumuş ve işitmişti. En çok da coğrafya kitaplarında ve atlaslarda henüz keşfedilmediği için “beyaz” olarak bırakılan Orta Afrika’yı merak ediyordu. Tanrı’nın kendisini Afrika’da çalışmak ve insanların acılarını dindirmek için seçtiğine inanmıştı.
1840-1841’de, yani bizim Tanzimat’ın ilan edildiği yıllara rastlayan tarihlerde Güney Afrika’ya yaptı ilk yolculuğunu. Lakin bu ilk seferinde fazla kalmadı. Dönüşünde bir Protestan papazının kızıyla evlendi. Artık bundan sonra beraberce gideceklerdi gezilere.
Bu büyük Afrika yolculuğunda kâh nehirlerde seyahat ettiler, kâh çöllerde. Balta girmemiş ormanlara da, aç bataklıklara da gömüldüler. Türlü hastalıklarla boğuştular; çeçe sinekleriyle de. Göller ve şelaleler keşfettiler. Kabileler tanıdılar. Şehirler de tabii. 1855 yılında keşfettikleri şelaleye, İngiltere Kraliçesi Victoria’nın adını koymayı ihmal etmediler.
Bu arada Livingston’un, vakit buldukça haritalar çizip gökyüzünü gözlemlediğini de yazıyor kitaplar. Bu 16 yıl süren nefes nefese yolculuktan döndüğü Londra’da, millî bir kahraman gibi törenle karşılandığını biliyoruz.
Devam etti keşifleri Livingston’un. Nihayet 1873 yılında, 60 yaşındayken şiddetli kanamalar sonucunda Bangweulu gölü yakınlarındaki bir köyde son nefesini verdiğinde artık Afrika’nın haritalarda, hakkında yeteri kadar bilgi bulunmadığı için beyazla gösterilen kısımları, coğrafyacıların ve elbette emperyalistlerin azgın iştahına altın bir tepsiyle sunulmuş bulunuyordu.
Tek başına bir adam, arkasına Evanjelik misyonu almış ve uzun yürüyüşüne çıkmıştı. Ancak ölümünden kısa bir süre sonra Afrika, Avrupa’dakinden daha fazla Hıristiyan barındıran bir kıta haline gelivermişti. Bugün Nijerya’daki Anglikan mezhebine mensup insan sayısının İngiltere’dekinden fazla olmasının hemen hemen tek bir sebebi vardır: O tek kişinin misyonu uğruna giriştiği delice girişim.
“Tanrı beni uzak ülkelere çağırıyor” demişti bir konuşmasında. Orada kendini bekleyenler olduğundan emindi. Nitekim yanlarında kaldığı bir kabileyi Hıristiyan yapamadığına için için kederlenirken beklediği fırsat zuhur edivermişti. Kabile reisinin çocuğu hastalanmış, büyücüler de onu bir türlü iyileştirememişlerdi. Doktor Livingston, ‘Bir de ben bakayım.’ demiş ve çocuğun basit bir hastalıktan muzdarip olduğunu görünce rahatlamıştı. Verdiği ilaçla çocuk ayağa kalkar kalkmaz, kabile toptan Hıristiyanlığı kabul etmişti bile.
27 yaşında bir adamın tek başına girdiği Afrika’dan 33 yıl sonra tabutu çıkarken, ardından gelenlerin kıtanın çehresini kısa zamanda değiştireceği fark edilmemişti belki. Lakin gördüğümüz gibi değişti. Hem de çok.
Peki bizim Livingston’larımız nerede? İşitiyoruz, ormanlarda, çöllerde, bozkırlarda delice iz sürüyor onlar. Hem memleketlerine döndüklerinde törenle karşılayan da yok kendilerini. Gelecek zamanın atlıları üzerimize doğru gelip onları tek tek bulacaktır nasıl olsa! Ne demişti Hz. Mevlânâ: “Aramakla bulunmaz; ama bulanlar yalnız arayanlardı.” m.armagan@zaman.com.tr

10 Aralık 2006, Pazar

Bir cevap yazın