• Home
  • Genel
  • “Kardeş! Beylik senin hakkındır”

“Kardeş! Beylik senin hakkındır”

“Kardeş! Beylik senin hakkındır”
İbrenin Recep Tayyip Erdoğan’dan Abdullah Gül’e nasıl döndüğü, bu seri dönüş sırasında daha başka kimleri gösterdiği ve o 23 Nisan gecesi sabah 5’e kadar süren sıkı pazarlıklar, Erdoğan’ın evine gelen o “üst düzey devlet yetkilisi”nin Gül’ün seçimindeki etki ve katkısı uzun süre tartışılacak gibi görünüyor.
Üstelik ismi gizlenen bu derin yetkilinin Erdoğan’a, hükümetin başarılarında devletin de payının olduğunu unutmaması uyarısında bulunmuş olması, tarihe dikkate değer bir not olarak düşülmüştür.
Tabii “Milliyet”ten Hasan Cemal’in ismi açıklanmayan bir AKP’linin ağzından aktardığı Erdoğan’ın fedakârlığının sahabelerinkiyle kıyaslanması gerektiği yorumu epeyce ilginçti. Hasan Cemal’in ‘sahabe’ kelimesini daha önce hiç duymamış olması da bir başka ilginçlik olarak karşımıza çıkıyordu.
Osmanlı tarihine bu gözle baktığımızda Gül-Erdoğan dayanışmasına en fazla benzeyen olayın Osman Gazi’nin iki oğlu arasında geçtiğini görürüz.
Dönemin kaynaklarından “Aşıkpaşazade Tarihi”, Osman Gazi’nin vefatını izleyen olayları şöyle anlatır bize:
Üç ölüm peş peşe gelmiştir o 1324 yılında (bazı kaynaklar bu yılı 1326 diye zikreder): Önce Şeyh Edebali, bir iki ay sonra da kızı Malhun Hatun ahirete intikal etmişlerdir. Osman Gazi hem kayınpederini, hem de hanımını kendi elleriyle defnetmiştir. 3 ay sonra bu sefer ahirete gitme sırası Osman Gazi’ye gelmiştir. Söğüt’te Hakk’ın rahmetine kavuşan Osman Gazi önce oraya defnedilmiş, Bursa’nın fethinden sonraysa vasiyeti gereği oğlu Orhan tarafından “Gümüşlü Kümbet”e taşınmıştır cenazesi.
Ölüm hak, miras helal… Her faninin ölümünden sonra olduğu gibi şimdi sıra mirası bölüşmeye gelmiştir. Aşıkpaşazade’nin deyişiyle “Azizler”, yani ileri gelenler Bursa’da Ahi Hasan adlı şeyhin tekkesinde toplanarak miras işini konuşurlar.
Aşıkpaşazade anlatmaya devam ediyor:
“Osman’ın malı var mı, yok mu diye sordular. Teftiş ettiler ki bu iki kardeş arasında miras taksim oluna. Baktılar ki ancak fetholunan ülkeler var. Akça ve altın hiç yok.”
Osman Gazi’nin parası yok ama ülkesi vardır. Bir de şahsi mal varlığı. Bakalım onlar neymiş? “Osman Gazi’nin yeni sayılabilecek bir elbisesi vardı. Bir yancığı (atın yanına asılan ve ihtiyaç maddelerini koyduğu torbası), tuzluğu (eskiden tuz her adım başı bulunan bir şey olmadığı için insanlar tuz keselerini yanlarında taşırlardı), kaşıklığı (belinde kaşığın konulacağı kılıf), çizmesi, birkaç tane “iyice” atı ve bir kaç sürü koyunu, Sultanönü’nde birkaç yüğrük atı ile birkaç çift de öküzü vardı. Başka bir şeyi bulunmadı.”
Bir cihan devletinin tohumunu atan ve ismi üç kıtada asırlarca çınlayacak olan adamın öldüğünde çocuklarına bıraktığı miras işte bunlardan ibaretti.
‘İyi de feragat bunun neresinde?’ diyorsanız, az biraz sabredin lütfen. Geliyorum asıl meseleye.
Bu fakir miras tablosu ortaya çıkınca iki kardeş birbirlerine baktılar. Alaaddin büyük oğluydu Osman’ın. Orhan ise küçük oğlu. Beylik töresine göre ağabeyin beyliğin başına geçmesi gerekiyordu. Orhan, ağabeyine bıraktı kararı. O ne derse o olacaktı.
Tarihin akışını etkileyecek bir karar verilecekti orada. Osmanoğullarının soyu Alaaddin’den mi devam edecekti, yoksa Orhan’dan mı?
Tarihçilerin “Alaaddin Paşa” dedikleri büyük oğul, öncelikle miras hakkından kardeşi lehine feragat ediyordu. Böyle bir babanın mirası paylaşılmazdı ona göre:
– Bu ülke senin hakkındır. Buna çobanlık etmeye bir padişah gerek ki memleketin işlerini görüp başara. Padişaha iş görecek lüzumlu şeyler ister. Padişaha lüzumlu olan şeyler bu atlardır. Koyunlar da padişah şöleninin gerektirdiği şeydir. O halde bizim bölüşülecek neyimiz var ki bölüşelim.
Alaaddin Paşa belki de büyük bir devletin anahtarını kilidin içerisinde çeviren bu sözüyle tarihe geçecekti ki, Orhan ağabeyinin bu teklifini duymazdan gelerek tekrarladı:
– Öyleyse gel sen çoban ol.
Alaaddin Paşa gözü dünyaya tok olanlara mahsus o sağduyulu cevabını astı Osmanlı tarihinin kapısına:
– Kardeş! Babamızın duası ve himmeti seninledir. Onun içindir ki kendi zamanında askeri senin yanına vermişti. Şimdi çobanlık dahi senindir.
Orada bulunan “azizler” de Alaaddin Paşa’nın bu ancak civanmertlere yakışır teklifini onayladılar ve sonuçta Orhan Gazi, yaşı küçük olmasına rağmen beyliğin başına geçti.
Ancak fazilet yarışı durmuyor, devam ediyordu. Orhan Gazi ağabeyinin bu davranışına hiç olmazsa bir vezirlik ile mukabele etmek istedi. “Öyleyse bana paşa ol” teklifinde bulundu kendisine. “Yok” dedi, Alaaddin Bey, “şu ovada bir köy var, onu ver, yeter.”
Devlete karşı köy… Lakin bu dünyada kazanılabilecek en büyük zafer olan nefsini yenmeyi başarmış insanın bereketi, köyün gelirinden bir başka manevî bereket fışkırtmayı da bilmiş ve Bursa’da bir tekke ile bir cami yaptırmıştır. Ömrünün geri kalan 5 yılını bugün hâlâ ayakta duran şirin camisinin yakınında yaptırdığı evde geçirmiş, sevgili kardeşine hayır dualarını hiç eksik etmemiştir.
Bu Osmanlı tarihinde bir daha rastlayamayacağımız çelebice davranış, mucizevi boyutlara ulaşan “Osmanlı başarısı”nın temellerinde nefsin arzularının değil, feragat ahlâkının yattığını yeterince göstermiyor mu? Ve eli kılıç tutan Orhan’lara olduğu kadar ağzı dualı Alaaddin’lere de ihtiyacımız olduğu açık değil mi? m.armagan@zaman.com.tr

29 Nisan 2007, Pazar

Bir cevap yazın