Müslümanlar neden ilgisiz ve meraksız?
Osmanlı tarihini anlamanın önündeki en inatçı engellerden birinin ‘gerileme saplantısı’ olması şaşırtıcı değil. Zira başka alanlarda birbirine kılıç çeken kalemlerin iş gerileme davasına gelince neredeyse tek bir saf, hatta muntazam bir duvar oluşturmaları alışık olduğumuz bir tutum.
Gerileme anlatısı, kendimizi bildik bileli o kadar sık tekrarlanmakta ve o kadar apaçık bir olaymış gibi sunulmaktadır ki, daha işin başlangıcında edindiğimiz bu izlenimin olgu mu, yoksa iddia mı; daha doğrusu, gerçeğin bir tespiti mi yoksa belli bir Osmanlı resmini zihinlere yerleştirmek için imal edilmiş bir silah mı olduğunu sorgulama ihtiyacını duymuyoruz.
Neredeyse tabularımızdan biridir gerileme; onu tartışmak dahi cesaret gerektirir çünkü. Adeta Osmanlı’nın çöktüğü tezi, dokunulmazlık zırhına büründürülmüştür. Gerilemenin bir olgu değil, bir değer yargısı olduğunu söylemeye, en azından şüphelerinizi belirtmeye kalktığınızda insanların tepkisi hazırdır: Zaten Osmanlı gerilememiş miydi? Eğer gerilemediyse neden bugün artık Osmanlı yok? Gerileme yok idiyse Osmanlı Devleti neden yıkıldı?
İddia sahipleri gerileme derken neyi kast ediyor sahiden de? Tereddî (decay) midir kast olunan şey, yoksa inhitat (decline) mı? Eğer tereddî anlamında bir gerilemeden söz ediyorsak, şunu söylüyoruz demektir: Osmanlı Devleti ve toplumu, Kanuni çağında ulaştığı konumdan geriye gitmiştir. Kendi içinde bir dejenerasyon, yani bozulma yaşamıştır. Kastımız bu ise, Osmanlı’nın ‘öteki’si olarak kurguladığımız Avrupa’nın ilerleyip ilerlememesiyle işimiz yok demektir; çünkü Avrupa yerinde saysaydı bile biz kendi içimizde bir gerileme yaşayacaktık, bu iddiaya göre. Sonuç olarak geri kalmışlığımızın sebebi Osmanlı Devleti’nin bozulmasıdır.
Gerilemenin öbür anlamına gelirsek, yani bu terimle Osmanlı sisteminin kendi içinde tereddîye uğradığını değil de, Avrupa ile girdiği yarışta gücü yetmeyerek geride kaldığını kast ediyorsak şunu söylüyoruz demektir: Osmanlı kendi yolunda gelişmesine devam ediyordu; ancak Avrupa tarafından geçildi, ‘sollandı’. Kastımız bu ise Osmanlı’nın tereddîsini ya kabul etmiyoruz ya da önemsemiyoruz demektir; çünkü Osmanlı kendi temposunda yoluna devam etseydi bile nasıl olsa Avrupa’nın anormal ilerleme temposu karşısında geri kalacaktı. Bu kaçınılmazdı, demeye getiriyoruz.
Velhasıl şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza: Osmanlı Devleti ve toplumu hem kendi içinde bir çürüme yaşadı, hem de Batı karşısında geri kaldı ya da her ikisi de beraber vuku buldu. Ancak gerileme tezi savunucularının, kendi içinde çürüyen bir sistemin nasıl olup da, çürümeye başladığı söylenilen tarihten, yani Kanuni’nin ölümünden yıkılışına kadar 357 (üç yüz elli yedi) yıl, yani 3,5 asır, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin ömrünün 4,5 katı kadar bir süre yaşamaya devam ettiğini, Osmanlıların asıl bu mucizeyi nasıl başardıklarını açıklamaları gerekmez miydi? Çürüme süresi, sağlıklı olduğu varsayılan ömrünün -kuruluşundan Kanuni’nin ölümüne kadar geçen süre 267 yıldır- yaklaşık bir asır fazlasına tekabül eden bir devletin çöküşe karşı nasıl bir iksir bulduğu(!) ise başlı başına bir merak konusu olmalı değil miydi?
Türkiye’de ve şimdilerde ABD’de Neo-Conlar tarafından pek bir tutulan -hatta çoğunun üniversitede hocası olduğu söylenen- Oryantalist Bernard Lewis’in gerileme meselesine yaklaşımı, bu iddianın nasıl tehlikeli bir siyasî silah halinde kimliğimize doğrultulduğuna en iyi kanıt oluyor. İki hasım medeniyet var Lewis’in kafasında. Bu ezelî husumet, İslamiyet’in 15 asır önceki zuhuruyla başlamış, zikzaklar çize çize bugüne kadar gelmiş ve maç, Batı’nın nihai galebesiyle sonuçlanmıştır. Şimdi Batı’nın bu kolu kanadı kırılmış “hasm-ı bî-âmân”ını hazmetme zamanıdır.
Lewis’in tezi şöyle gelişiyor: İslamiyet bin yıldır Hıristiyanlığa galebe çalıyordu. Ne zaman ki, Viyana önlerinde Türkler bozguna uğradı, İslam âlemi de geri çekilmeye başladı. Ardından da Osmanlı güneşi askerî, ekonomik ve bilimsel olarak Batı karşısında ‘tutulmaya başladı’ (Osmanlı tutulması). Osmanlı’nın Viyana önlerinde yaşadığı bu ilk derin utanç, sonraları Müslümanlar arasında Batı’ya yönelik “saldırgan bir öfke”ye dönüştü. Bugün Müslümanların Batı’ya duydukları öfkenin tarihî kökleri taa Viyana’ya dayanmaktadır.
Lewis’in Osmanlıları, medeniyetle özdeşleştirdiği Avrupa’dan dışlayıcı tavrına da gerilemeci söylem egemendir. Ona göre Rönesans, tartışmasız Avrupalı, dolayısıyla Batılı bir hadisedir ve işin garibi, Avrupa’nın burnunun dibinde yaşayan Osmanlılar bunu ne merak etmiş, ne de oluşumuna katılmışlardır. Temel soru şudur: Müslümanlar neden bu kadar ilgisiz ve meraksızdır?
Çatışmacı Lewis, bunu İslam medeniyetinin modern Batı karşısında gerilemiş olmasına bağlıyor ve bütün analizini bu soru üzerinde şekillendiriyor: Müslümanlar modern Batı karşısında uğradıkları hezimeti ancak Batı’nın önünde diz çökerek atlatabileceklerdir. İşte gerileme tezinin asıl korkunç yanı, İslam dünyasını teslim olmaya ve gelişme dinamiğini tükettiğini kabule zorlayacak bir “silah” olarak tasarlanmış olmasıdır.
Görüldüğü gibi “Osmanlı’nın gerilediği” iddiası, hiç de masum bir veri değil. Arkasında Avrupa’nın İslam’la 1500 yıllık bir hesaplaşması ve meydan okuması gizli. Ve biz bu meydan okumaya cevap üreteceğimize, can u gönülden Lewis’lerin safına (burası emperyalizmin safıdır aynı zamanda) geçerek tarihimize oradan bakmaya bayılıyoruz. Osmanlı’nın ‘biz’den farklı bir şey olmadığını unutuyor, yenik ve tarihine küsmüş bir milletin çocukları psikolojisiyle ayaklarımızın altında bir kere de biz eziyoruz tarihimizi. Oysa bilmiyoruz ki, ezilen de biziz, ezen de.
Do you want Search?
Random Post
Search
One Comment
İsmail Gören
6 Ocak 2012 at 17:37Şunu düşünüyorum: Madem Osmanlıyı bu kadar düşünenler var o zaman neden yabancı öğretim dilinin İngilizce olduğunu sormamız gerekir? Belki merak edilmiştir. Ve bunu biraz daha pekiştirirsek bu ülkede yabancı öğretim dilinin ve yüksek öğretim dilinin İngilizce olması bize Osmanlıcayla kurulu tarihi birikimimizi kazandırmakta mıdır ya da bize neyi kazandırmaktadır?