Karlı bir günün sonunda arzu
Kar artık İstanbul’a kapıyı üç defa tıklatmadan gelmeyecekmiş! Baksanıza, hepimizde hummalı bir faaliyet. Ekmek ve portakal stoklayanlardan tutun da kar lastiği, çekme halatı ve zincir derdine düşenlere kadar cümle İstanbulluyu ciddi ciddi kara hazırlanırken görüyoruz.
Belediye, Valilik, Emniyet 24 saat alarmda. Tatile giren üniversiteler, teyakkuza geçmiş kriz merkezleri, yolları izleyen 75 adet kamera, binlerce profesyonelden kurulu tam teçhizatlı ekipler, amonyakla geceden yıkanmış asfaltlar, ihbara kulak kesilmiş gıda dağıtım birimleri vs. Bütün bunların İstanbul’a düşmesi beklenen altı üstü 15 santim kar için yapıldığına insanın inanası gelmiyor. Belki de İstanbul İstanbul olalı, kar da kar olalı böylesine ihtişamlı bir karşılama törenine tanık olmamıştır.
Yakınlarda eksi 30 dereceyi metanetle göğüslemiş olan Moskovalılar gülüyor mudur bize, bilmiyorum. Adamlar her kar yağışında bizimki gibi tantanalı hazırlıklar yapmaya kalksalar bütün kışı (ki bu yaklaşık 6-7 ay demektir!) uykuda geçirmeleri gerekebilir. Oysa benim tanıdığım Moskovalılar kar yağdığında seviniyordu. Neden mi? Çok basit: Kar yağınca hava ısınıyordu da ondan! Adamlar eksi 15’te yaşama mücadelesi verirken kar yağınca ısı 0 ya da 1 dereceye yükseliyor ve bahar gelmiş gibi oluyor! Yani Ruslar kar yağınca sokaklara atıyorlar kendilerini, biz ise bombardıman sirenleri öten Alaman şehirleri gibi evimize kapanıyoruz. Hani neredeyse karartma uygulayın deseler şaşmayacağız.
Eskiden de kar gelirdi İstanbul’a ama raconu kırılmamış bir erkeklikte. Sessizce, Tanrı misafiri gibi, bir gece ansızın şehre dahil olur ve ne zaman gideceğini asla söylemezdi. (Devir değişti galiba, artık söylüyor!) Fırtınasıyla, tipisiyle, donuyla, damlardan sarkan iri kıyım buzlarıyla şehri kırar geçirir ve yeniden hayat bulacağı bahar ordularının eline teslim ederek yine sessizce, yine aniden çeker giderdi. Hatta Kanuni devrinin derviş şairlerinden Lâmiî Çelebi, kış ve bahar ordularının hiç bitmeyen savaşlarını anlatan “Münâzara” adlı bir eser dahi yazmış, bahar ve kışı, ordularının başında hücum ve ricat emirlerini veren birer ihtişamlı hükümdar olarak şahıslaştırmıştı. “Kış Sultanı” da ehlileşti anlaşılan, hepimiz gibi.
Boğaz’da buz devri
Eski hayatımız gibi edebiyatımız da kışı bir başka türlü severdi. Nitekim Divan edebiyatında “Şitâiyye” adlı bir manzume türü bile vardır. Eskiden mevsimler hayatın ritmini tayin eder, hayat mevsimlere göre açılır veya kapanırdı. Hazırlıklı olmak, gayet ehemmiyetli bir vazifeydi bu yüzden. Bahar temizliği ve kış hazırlığı, Ramazan hazırlıkları kadar önemliydi. Hayatın ritmine mevsimlerin nasıl hükmettiğine iyi bir örnek de bu hususi mevsimlerdi; dut mevsimi, karpuz mevsimi, ayva mevsimi gibi. Mesela odun almaya daha yazın evvelinde, yani kiraz mevsiminde başlanırdı.
Şimdiki de bir şey mi, İstanbul ne büyük kışlar görmüştü. Tarih ilminin tespit ettiği en eski büyük kış, İstanbul’a bundan 1605 yıl önce misafir olmuş, Haliç ve Boğaziçi’ni baştan sona dondurmuş ve tam 20 gün boyunca Bizans’ın çiçeği burnunda başkentinin boynuzuna mezar sessizliğini asmıştı. Asıl 8. yüzyıl çok ağır geçmiş ve 4 sert kışa sahne olmuştur. Bunların birisinde (yıllardan 763’tür ve İmam-ı Azam’ın vefatından 4 yıl öncedir) İstanbul’un bütün sahilleri donmuş, Karadeniz’i kaplayan buzlar koparak Boğaz’ın kapılarına dağlar gibi yığılmış. Bu sırada İstanbul halkı, hatta kurtları bile günlerce bir yakadan öbürüne yürüyerek geçmişler. Ancak asıl büyük tehlike, buzların çözülmesiyle gelmiş. Buz dağları, Karadeniz’den şehre doğru dev destroyer filoları gibi hücuma geçmiş ve Sarayburnu açıklarına müthiş bir gürültüyle bindirmiş, hatta asırlık Bizans surlarını da, Fatih’in toplarından önce paramparça etmiştir.
Tarihlere göre İstanbul, ilk Osmanlı asırlarında nisbeten mutedil kışlar geçirmiş. Ancak uzmanların Küçük Buz Çağı adını verdikleri 17. yüzyıl, eski soğukları aratmayarak Boğaziçi ile Haliç’i defalarca dondurmuş. Sert geçen kışların en ünlüsü 1621 (1030) yılına rastlar, yani “Genç” Osman dönemine. Tarihçi Naimâ’ya göre, o yıl şubatın başından 16’sına kadar hiç durmadan kar yağmış, Boğaz tamamen donmuş, ancak ortasında dere halinde küçücük bir akıntı kalmıştır. Bu sırada Sarayburnu’ndan Üsküdar’a yaya olarak geçenlere at arabaları da katılmış, hatta bunu kıyamet alameti sayanlar dahi çıkmıştır. Şairlerin eli armut toplamıyor ya; onlar da sarılmışlar kaleme, tarih düşürmüşler buzun mavi gövdesine: Haşimî adlı şair, “Yol oldu Üsküdar’a, bin otuzda Akdeniz dondu”, Neşâtî Dedemiz ise “Be meded dondu bin otuzda soğukdan deryâ” mısralarıyla buz üstüne tarih nakşetmişler.
Lakin İstanbul’un kar ve buzla macerası burada soluklanmaz; 1669 ve 1687 yıllarında kendisini yeniden hatırlatır. İkincisinde tam 50 gün kapalı kalmış Dersaadet’in yolları; biriken karlar pek çok evin damını çökertmiş; hatta kar Bitpazarı’nı içine girilmez hale getirdiği için tüccarların alış verişlerini dükkânlarının damından sürdürdükleri yazılıdır Silahtar Tarihi’nde. 1168/1755’te ise Boğaz’ın donduğunu ve üzerinden geçildiğini gören bir şair bakın ne büyülü bir tarih düşürmüştür buzların üzerine:
Buz üstünden geçen geldi, bana yaz dedi tarihin
Deniz altmış sekizde dondu, buzdan bendeniz geçtim.
Şair hem “buzdan ben deniz geçtim”, hem de “buzdan bendeniz geçtim” demek suretiyle şehrin üşüyen yüzüne usta işi bir sanat eserini kazımayı başarmıştır.
İstanbul’un son büyük kışının II. Abdülhamid döneminde, 1878’de yaşandığını biliyoruz. Bu tarihte şehrin etrafını kuşatan sular cam gibi buzla kaplanmış. Bu soğuklarda bile şehrin manevî tandırının, hararetini kaybetmediğini görürüz. O sene Eyüp’teki Bahariye Mevlevihanesi dervişlerinin Haliç’in buzları üzerinde sema ederek Karaağaç’a geçtikleri söyleniyor ki, İstanbullu semazenlerin zevkine ve zarafetine hayran olmamak elde değildir. Anlaşılan, zamane koreograflarının tasarım sınırlarını zorlayan olağanüstü bir görsel şölen olmuştur bu buz üzerindeki sema. (İster misiniz bu yazıdan sonra bir aklıevvel bunu denesin!)
İstanbul’un yaşadığı son iki ağır kışın 1929 ve 1954 yıllarına rastladığını biliyoruz. Ancak bu tarihlerde Boğaz’ın donmasından çok, Tuna nehrinden Karadeniz’e, oradan da Boğaz’a yığılan buz kitlelerinin misafirliğidir söz konusu olan. Yani buzlar Boğaz’ın kendi mamulatı olmayıp ithal buzdur! Özellikle 1954 buzları, yaşları 60’ın üzerinde olanların hatıralarında canlılığını muhafaza etmektedir.
Kış günlerinin lalezârı
Kıştan bahsedilir de mangal zevki eksik kalırsa bu yazı lezzetinden çok şey yitirir. Çocukluğumun bir kısmının geçtiği Gaziantep’te tandır adeti vardı. Köz haline gelmiş kömürün konulduğu mangal, ahşap bir mahfazanın içine alınır ve üzerine büyük bir yorgan serilirdi. Herkes ayaklarını içine sokup yorganı boğazına kadar çekerdi. Tandır başı sohbetlerinin, masalların ve o sırada yenilen karsambaçların (temiz kar pekmezle karılarak yapılırdı), cevizli sucukların, bastıkların tadı hâlâ damağımdadır. Ahmet Rasim’i okuyuncaya kadar tandır adetinin Güneydoğu’ya mahsus olduğunu düşünürdüm. Meğer eski İstanbullular da onun “seyyar kalorifer” dediği tandıra girer, birbirlerine “tandırnâme” tabir ettikleri hikâyeleri anlatır, tabii damakları bizimkinden daha zengin bir menü ile lezzetyâb olurmuş. ‘Mangal, Arapçada içinde öteberi nakledilen kap manasındaki “menkal”den gelmektedir’, tiradına başlamadan, en iyisi bu renkli bahsi, mangalın korlarını, çılgın renkleriyle lalelere benzeten bir mısrayla noktalamak: “Mangal başı kış gününün lalezarıdır.”
Kışlar da öyle değil midir? Bir kuyrukluyıldız gibi âlemimize değip geçer ve hafızamıza kuyruklarındaki güzellik, sıcaklık ve incelik bulutunu tatlı bir melâl hissiyle bırakıp giderler. Onlar hayatın zorlu yollarında sıtmaya tutulan benliğimize, Nedim’in kalemini çıldırtan lale bahçeleri gibi od düşürür, karla kaplanmış ruhumuza amonyakla yıkanmış yollar açar, yaşama sevinci ve azmimizi kanatlandırır.
Bir güzelliğin geçmişte yaşanmış olmasının hikmeti biraz da burada gizli değil mi? Bir kere yaşanan, bir daha yaşanabilir demezler mi bize? Değil mi ki, güzellik ebedîdir, değil mi ki, insan dünyayı güzelleştirmekle mükelleftir, değil mi ki, bütün güzeller solmakta ama güzellik ruhumuzda ikamete devam etmektedir, öyleyse güzellik zamansızdır diyebiliriz. Geçmişin nabzı bugünün teninde atmaya devam eder, bugünün duyargaları da, ayçiçeğinin yüzünü sürekli güneşe dönmesi gibi, geçmişin içindeki ölümsüz anlara kilitlenir, ondan çiçek özlerini toplamak iştiyakıyla yanar tutuşur; tıpkı mangaldaki korun içimizde ömür boyu yanmaya devam etmesi gibi. İşte o zaman kar, bir kâbus olmaktan çıkar, hayatın içine çıralarını serpiştiren bir gizli ateşe döner, nihayet bütün Haliç’i koca bir semahaneye çeviren dervişlerin ruhunun tüttüğü mana ocağını yakalarız onun dumanında. Bu da şu soğuk günlerde küçümsenecek kâr mıdır?
08 Şubat 2006, Çarşamba