Kılıçlaşan ruhların tarihi

Kılıçlaşan ruhların tarihi
Geçen hafta bu köşede 1893 Şikago Dünya Fuarı hakkındaki yazımı okuyanlar fotoğrafın altına baktıklarında “On dokuzuncu yüzyıl İstanbul’undan sokak manzaraları” yazısını gördüler ve muhtemelen yazı ile resim arasında bağlantı kurmakta zorlandılar.
Gazeteciliğin cilvesidir; zamana karşı yarışırsınız, istek ve iradeniz haricinde işler olur. İnternetten bulup “Turkuaz”daki arkadaşlara gönderdiğim bu ilginç fotoğrafın altına fakirin yazdığı notta ise şunlar yazılıydı: “1893 yılında, Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinin 400. yıldönümü kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Şikago Dünya Fuarı’nda Osmanlı Sergi Salonu’nu akın akın ziyaret eden Amerikalı hanımlar.” Yer İstanbul değil, Şikago; sokak değil, sergi alanı vs.
Genelde haber akışının hızlı olduğu gazete gibi süreli yayınlarda tarih gibi zamana dirençli konularda yazmak, hele cıvık bir popülizme yatmıyorsanız, biraz zamanını şaşırmış bir çaba gibi gözükür. Öyle ya, herkes buğusu tüten haberler vermek için yarışıyordur, siz zamanın çarklarını tersine çevirip geçmişi güncellemek, geçmişin de en azından bugün kadar kanlı canlı bir gerçekliği olduğunu göstermek, okurun güncellikle bukağılanmış âlemine geçmişin iksirinden akıtmak için çırpınıyorsunuzdur.
Tabiatıyla bu, iki kat çaba gerektiriyor. Sadece resim olayı değil; tarihle ilgili yazıların bütününde geçerli olan bir durumdan bahsediyorum. Herkesin haberi en son anındaki şekliyle öğrenmeye can attığı bir mevkutede siz okuru bugünün sakatladığı bir zaman cenderesinden çıkartarak ona geçmişin içinde bir yol açmaya uğraşmakta ve aslında gazeteciliğin doğasına ters düşen bir işlemi yürütmektesinizdir.
Belki avantajımız, bugünün kafesine girmiş, güncelliğin hapishanesine tıkılmış okura tarih cephesinden firar kapıları açmak ve bir anlamda geçmişin bir kilim gibi katlanmış anlarının içerisindeki saklı enerjiyi açığa çıkarmaktır. Asıl önemli olan da, okul kitaplarından beri zihnimize aşılana aşılana bir duvar gibi sağırlaştırıldığımız tarihin yüzündeki örtüyü açmak ve içine bakma cesaretini göstermek, tarihin bir masal kitabı değil, her an yeniden yazılabilecek değişken bir çehreye sahip olduğunu göstermek, böylece tarihin yanlış bir zihniyetle, defteri dürülmüş bir şey gibi öğretilmesine karşı çıkarak, onu asıl ilginç ve heyecan verici kılan hususun, yazılmış olanlar ile yazılmayı bekleyen tarihler arasındaki gerilim ve çatışma olduğunu sergilemek değil midir?
Ancak bunu yaparken, tarihi oluşturan bilgi halesinden kopmamaya itina göstermek, yani “uçmamak” şarttır. Aksi halde, bazen gazetelerde örneklerini gördüğümüz bilgi temelinden kopuk bir tür popüler tarihçilik, evet daha fazla okunur; ama zemini alabildiğine cıvıklaştırdığı için bir süre sonra okuruyla birlikte yazarını da bataklığın içine çeker.
“Turkuaz” ekinde yaklaşık 3 yıldır tarih hakkında yazarken dikkat ettiğim noktalardan birisi, en karmaşık bir olayı bile ortalama gazete okuyucusunun dilinde ifade etmek, bununla da yetinmeyip belli bir oranda tarih bilgisiyle donanmasını sağlamak, dahası, okurun tarihe duyduğu ilgi yelkenini şişirecek bir coşku ve heyecan rüzgârı da üflemek oldu. Özellikle en fazla yanlış anlatılmış ve anlaşılmış tarih olduğuna inandığım, bu yüzden “mağdur edilmiş tarih” dediğim Osmanlı dönemini yeni bir bakış açısından, dünyada gelişen yeni tarihçiliğin yöntem ve verileri ışığında yıkayıp önünüze getirmeye çalıştım. Çünkü insanların tarihi nasıl gördüklerinin, bugünü ve kendilerini nasıl gördükleriyle çok derin bir bağlantısı olduğuna inanıyorum. Bu inançtan hareketle kendi tarihini bir gerileme, çürüme ve yozlaşma tarihi olarak görenlerden yolumun ayrıldığını, bu bakışın bize hiçbir şey kazandırmayacağını söyledim ve söylemeye devam edeceğim.
Fatih’in kılıcından ziyade kılıçlaşan ruhunun ilgimi tırmıklaması bu yüzdendir. Bu yüzdendir II. Abdülhamid’in Edward Said’den daha iyi bir Oryantalizm eleştirmeni olduğunu göstermem. Ve bu yüzdendir Macaristan’daki Osmanlı kadılarının Macarca bildiklerini ve gerekirse Macar kanunlarına göre de yargılamada bulunduklarını söylemem. Osmanlı’yı gururundan kendi içine ‘kapanmış’ gibi gösteren zavallı bir tarih anlayışının, asıl kendilerini Anadolu’ya ‘kapatmış’ olanların eseri olduğunu iddia ettim. Son Osmanlı neslinin (mesela son demlerinde A. H. Tanpınar’ın) bu coğrafî ve kültürel ufalanma ve tekbiçimlilikten şikayetle sık sık içlerinin daraldığını söylemesi, yeterince anlamlı bir gösterge değil midir?
Cumhuriyet döneminde Osmanlı Anadolu merkezli olarak anlatıldı ki, bu onu yarım anlamak ya da hiç anlamamak demekti. Şunu bilelim ki, Osmanlı’nın iki Anadolu’su vardı, bizimki gibi tek değil. Birincisi, aşağı yukarı bizim Anadolu’muza denk gelen ve kendisinden önce İslamlaşmış olan Anadolu; ikincisi ise kendi elleriyle İslamlaştırdığı ve Osmanlılaştırdığı Rumeli. Rumeli’si uçup gitmiş bir Osmanlı, gövdesi ortasından ikiye bölünmüş bir adama benzer. Ne kadar tanıyabilirsiniz ki onu? Kaldı ki bu gövdenin bir de kolları, bacakları vardı ki, Hint Okyanusu’ndan Atlas Okyanusu’na, Somali’den Ukrayna içlerine, Viyana’dan Hazar Denizi’ne kadar uzanan engin ve zengin bir coğrafya ve bu coğrafyanın içinde kaynaşan onlarca halk ve kültür. (Mesela Osmanlı çingeneleri. Hiç aklınıza gelir miydi bu “esmer vatandaşlar”ın da bir tarihleri olabileceği? Kimbilir belki günün birinde onlardan da bahsederiz.)
Tarih, suyu tükenmeyen bir kuyu. Onun içine dikkatle bakar ve meşalemizi uzatırsak yüzümüzün aksini daha net olarak görürüz sularında. Karanlık sular gölgeleri gösterir yalnızca; belirsiz, karanlık ve şüpheli gölgeler. Tarihimizin semaya açılmış kuyularının başında buluşmak üzere.
Not: Eksik olmayın, sorular gönderiyorsunuz, elimden geldiğince cevaplıyorum. Ama bu iş neredeyse her gün mesaimin bir kısmını yutmaya başladı. “Turkuaz” yönetiminden ricam, bazen sıkıntılara da sebep olan şu resimlerin yerine bir soru-cevap köşesi açmaları. Böylece burayı daha dinamik ve etkileşime açık bir hale getirebiliriz. Ne dersiniz?

Bir yanıt yazın