Mardin: İçimize açılan kapı

Söndürün lâmbaları, uzaklara gideyim,

Nurdan bir şehir gibi ruhumu seyredeyim.

Necip Fazıl Kısakürek

Sıcağın Haziran soluması başlamış ufak ufak; ovaya nazır bir gölgelik bulmuşum, daha ne isterim. Masamda not defterim, kâğıt üzerinde isteksiz bir eda ile gidip gelen kalemim. Kulağım, sağımda bir şahmaran gibi bulutlara uzanan sarı kalker taşından yapılmış minareden okunacak ezanda. Cuma, Suriye sınırlarından kanatlanmış, sıcak denizini yara yara geliyor üstümüze doğru. Kırlangıçlar çığlık çığlığa, karasinekler henüz törememiş. Yan masadaki emekli köse imam, İşâratu’l-İ’câz’ı okuyor Arapçasından. Bir de ıssı yel ki, saçlarımı seyreltiyor.

Eni konu bir kır kahvesidir burası. Çay. Daima buruktur. Cıgara dumanları ensenizi yalar. Bir de garsonun mahçup nazarları kül tablanızı.

Bir otobüs dar yollardan geçip kahvenin kıyısına halat atıyor; iniyor muavin, iniyor yolcular, iniyor tüketmeye namzet bakışlar. ‘Bunlar ecnebi olmalı’, diye geçiriyorum içimden. Yanıldığımı, birazdan caddeyi kaplayan Türkçenin perişan iniltilerinden anlıyorum. Şortlu, askılı erkekler ve bandanalı kadınlar, meçhul bir gezegenin yüzeyine iner gibi bir yabancılık tikiyle basıyorlar kaldırıma ve dineliyorlar kahvenin gölgesinde; belli ki, rehber hazretlerine muntazırlar.

Rehber elini kaldırıyor, arkasında cemaati, karşıya geçiyorlar. Merdivenleri çıkıp cami girişlerini andıran büyükçe bir kapının önünde bekliyorlar. Gözlerindeki güneş gözlüğü, kendilerini baktıkları nesneden ayırmaya, uzak tutmaya yarıyor olmalı. Bir nevi dezenfeksiyon aleti yani!

Biraz sonra turist kalabalığının kapının eşiğinde eridiğini fark ediyorum. Nedense fena halde merakımı celb ediyor bu kapı. ‘Kalkıp ben de bir bakayım’ iştahı kabarıp duruyor içimde. Garsonla son bir bakışmadan sonra notlarımı toplayıp beni çeken şeyin peşine düşüyorum. Bu kapı, içimde bir yerlere açılıyor olmalı.

 Taştan bedenin sağrısında bir gece

Mardin’e ilkin bir gün batımında inmiştim. Ayağımın tozuyla gittiğim bir sohbette ilk Mardinli yüzlerde seyretmiştim çocukluğumun gölgelere boğulu eyyâm-ı bahûrlarını. Şimdi önünde durduğum görkemli kapıda o Mardinli suretlerden birisi buyur ediyor beni. Abdülkadir Bey, PTT’de çalışıyormuş.

Burası büyükçe bir konağın kapısı olmalı. “Gezdireyim sizi isterseniz” diyor nazikçe ve içtenlikle. Yerli ve gönüllü bir rehberden daha iyisini bulamayacağımı bilerek tereddüt etmeden yürüyorum serin avluya. Turistlerimiz boşaltıyor evi, ev bana doluyor.

Büroların bulunduğu alt kattan geniş bir taş merdivenle yukarıya çıkıyoruz. Bir terasın üzerinde üç bölme halinde odalar çepeçevre sıralanmış burada. Mardin’in sonradan epeyce aşinası olacağım taş işçiliğinden tezyinat örnekleri hakkında kendisi de bir taş ustasının oğlu olan Abdülkadir Bey’den ayrıntılı bilgiler alıyorum. Odaları sırayla gezerken, birisinin önünde duruyor, merdivenin karşısındaki çifte odaların misafirhane olarak kullanıldığını söylüyor. İstersem konuk edebilirlermiş beni.

Neden olmasın? Zaten buralara gelmekten maksat, zihnimde sahih bir Mardin fotografisi çıkarmak için değil miydi? Beton apartmanlarda kalmaktansa, gerçek bir Mardin evinde geçirmek geceyi, kapısına geldiğim şehrin kollarına daha bir munisçe sokulmak, onun mahremiyetine daha derinden nüfuz etmek fırsatını açmayacak mıydı önüme?

Belki şehrin anahtarları, belki de arkasında bir hazine gizli kilidin izi, bu mekânda bekliyor olabilirdi beni. Kilidi bulup anahtarı uyduramamak da, anahtarları bulup kilidi açamamak da vardı ya, hangisini önce bulursam artık. Ya nasip!

Bavulumla birlikte turistlerin sevk ettiği kapının önüne geldiğimde çoktan gecenin 10’u olmuştu. Uzunlamasına bir odaydı girdiğim; şimdiki salonlardan bile daha cesametliydi. Dışarıdan pek belli olmuyor ama kubbeli bir yapı bu; neredeyse ufak bir mahalle mescidinin kubbesi kadar yüksek. Boşluk korkusu kaplı duvarlar… Odanın kapısının epeydir açılmamış olduğunu içerideki ağır rutubet kokusundan anlıyorum.

Üç yatak var, yan yana; çarşaflarının üzerinde zamanın tozları geziniyor. Üç mü, dört mü, pencereleri önce terasa, sonra ovaya nazır. Suriye mahreçli rüzgâr gemi azıya almış, açık pencereden içeriye lodoslaşıp yükleniyor. Arada sırada bir dal çıtırtısı, uzaklarda bir kapı çarpması, sürgün bir uğultu karanlık kubbede yankılanıyor, sonra da etrafımı çeviren taştan bedenin sağrısında sönüyor, donuyor, uykuya dalıyor…

Kaçıyor uykum, kaçıyorum uykusuzluğa. Birazcık nefes almak için terasa çıkarken, karşımdaki yine misafirhane olan odada bir başka uykusuz baş gözüme ilişiyor. Işıkları yanık, eşofmanını giymiş, yatağına uzanmış, gazete okuyor öbür misafir.

Terastan ovaya doğru rasattayım. Karanlık bir deniz uzanıyor önümde. Sağımda Şehitlik Camii minaresinin bir ışık sütunu halinde göğe uzanan çıplak gövdesi, solumda tipik bir Şark sokağı, daima bükülerek, kavisler çizerek kaleye tırmanıyor. Önümde cadde. Caddenin öte yanı, gündüz oturduğum kır kahvesi. Issız yolda başıboş poşetler ve kırık dal parçaları sürüklenmekte rüzgârın önünde. Uzaktan Suriye’nin ışıkları göz kırpıyor. Şehir, billur beşiğinde, rüyada…

Evet, bir rüya olmalı bu…

Göğe tırmanan merdiven

O vakte dek Mardin kalesinin eşiğinde olduğumun farkında değilmişim. Arkama dönünce gördüm ki, kaldığım odanın üstünde başka evler, başka teraslar, başka pencereler, hepsi, bir kule gibi tırmanıyordu kaleye doğru. Işıklar içinde sarı taş evler, kalenin bedenine gömülmüş değerli mücevherler gibi parlıyordu. Rüzgârın kalenin bedenine çarpıp çarpıp mecalsiz kanatlarıyla üzerime düştüğünü görebiliyordum. Yıldızlar gökte miydi, yerde miydi bilmiyordum.

Besbelli Mardin, Güvercin Gerdanlığı’nı okumaya dalmıştı o gece. Kurtubalı İbn Hazm’ı yani:

‘Göğe ulaşmak mümkün müdür öyleyse?’ desen bana, ‘Evet’ diye cevap verirdim. Çünkü göğe çıkmak için merdivenin nerde olduğunu biliyorum.

İbn Hazm’ın anlattığına bakılırsa, böyle demiş bir âşık sevdiğine. Mardin’e tırmanan evler göğe tırmanan merdivenin basamakları gibiydi o pür rüzgârlı gecede. Yalnız göğe mi? Kendi biyografik kuyuma da indiğim ıslak birer merdiven olacaklardı sonraları.

O zamanlar Mardin’e bağlı bir ilçe olan Cizre’de doğmuş Urfalı bir ebeveynin çocuğu olmak, kaçınılmaz bir şekilde bu toprakların kokusunu, içimde şimşirler açmaları için kırbaçlıyordu. Terastaki çocuğun saçlarına doğru iştahla esen rüzgârlar Cizre’den geliyordu; bir de hatıralarının yamaçlarından.

Annem anlatıyor, babam tasdik ediyor muttasıl. Ben, dinliyorum…

PTT memuru olan babamın tayini Akçakale’den Cizre’ye çıkmış. O vakitler –yani yeni evlendikleri 1960’ların başlarında- Urfa’dan Cizre’ye direkt otobüs bulunmazmış. Önce Mardin’e gelinir, orada birkaç gece kalındıktan sonra bir gün, günün tek otobüsünün –bunlara bugünkü ölçülerle otobüs denilirse tabii- kalkış saati sabırla beklenir ve saatler süren kahhar bir yolculuğun ardından, bir ceset gibi yığılınırmış Cizre’ye.

Cizre dediğin, Nuh’un gemisi…

Dicle’nin felhan kokuları arasından tüten bir ‘ada’.[1]

Annemle babam, Cizre’ye gidiş dönüşlerinde Mardin PTT Müdürü’nün lojmanında bir iki gece kalırlarmış. “Nerede kalırdınız? Nasıl bir binaydı kaldığınız?” diye merakımı süngüleştiriyorum ısrarlara bulayarak. İki katlı, geniş bir bina olduğunu söylüyorlar kaldıkları evin. Üsteliyorum: “Nerelerdeydi tam olarak, hatırlayabiliyor musunuz?” Sorum, düşündürüyor onları. “Galiba yüksek minareli bir caminin karşısındaydı” cevabını alıyorum. Şimşekler çakıyor bir yerlerde… Bu, sakın benim de kaldığım ev olmasın! Çünkü ikisi de PTT’ye ait, ikisi de caminin üstünde, ikisi de iki katlı…

Şüphemi savmak için sormayı sürdürüyorum: “Alt katta mıydı, yoksa üst katta mıydı kaldığınız oda?” “Merdivenden çıkılınca karşıda, sağdaki odaydı, yanılmıyorsam” diyor babam. Annem şüpheyi kesinliğe tahvil ediyor. Onun hafızası daha berrak… Yani?

Yanisi şu ki, bu satırların yazarı, daha bebekken anne ve babasının kucağında aynı odada kalmış, aynı odada nefes alıp vermiş, aynı havayı teneffüs etmişti. Aradan yaklaşık 45 yıl geçmiş, Mardin onu unutmayıp bir vesile bularak kendisine çekmiş, sokaklar, caddeler, dükkânlar önünde dolandırmıştı. Lâkin bütün bu binalar içerisinde bir tanesi, farkında olmadan bir turist kafilesinin arkasına takılarak içine girdiği bu ev, onu özlemiş, tam da aynı odada ağırlamayı arzu etmişti.

Babam, yandaki odada bekâr bir memurun kaldığını ve geceleri gaz lambası ışığında gazete okuduğunu ekliyordu sözlerine. Daha neler!

Tıpkı, tıpkı, tıpkı…

Ve mine’l-garâib

Gömgök terler alnımdan değil, hafızamdan damlıyordu.

Düşünüyorum:

Neydi bu şehirde beni çeken mıknatıs? Hafızamın karanlık sularında çakan şimşek neye işarettir? Neyi aydınlatmaktadır dünyamda? Eksik kalan parçalarımdan birini Mardin’de yitirmiştim de, onu yeniden bulmak için miydi bütün bu rüyalarım? Hangi değerli şeyimi emanet bırakmıştım onda ki, yeniden bulduğumda ‘sulardan, seslerden ve gecelerden’ örülü bir şifalı dünyaya uyanacaktım?

Kasımiye Medresesi’nin tonoz kubbelerinde, Sultan Şeyhmus Türbesi’nin girişine kimbilir hangi mübarek elin titreyerek astığı 1957-1958 yıllarına ait 8. Kore Türk Tugayı’nın sancağında, Artukoğulları’ndan kalma Emir Hamamı’nın saati bin yıla vuran billurlar asılı kubbesinde, çarşıda sarhoş bir gemi gibi gezinirken rastladığım kuşçuların paçalı, küpeli diye isimlendirdikleri ak ve kara güvercinlerde, Ulu Cami’nin asırlık gölgelerini yeşil gözlerine içen bir kedinin hareli nazarlarında, Hatuniye Medresesi’nin emaneti olan “kadem-i şerif”inde, Kırklar Kilisesi’nin Papazı Gabriyel Akyüz’ün açıklamalarını yaptığı kilise resimlerinde, bütün bunlarda karşımda bulduğum sîretime açılan suretler neyi anlatıyordu sahiden de?

Kuşkusuz kişisel tarihimi içerisine emen bir alan da bulmuştum Mardin’de. Biyografimin karanlık bir tarafının beni içine çektiği mekân, hafızamın gölgelerine lezzetli ışıklar düşürüyordu. Lâkin kişisel tarihimin ötesinde, okul yıllarımdan beri almış olduğum tarih eğitiminin ‘İstanbul merkezli’ oluşu da ağır bir yara alıyordu Mardin’de. Şehrin gövdesinde kayboldukça, alışılmış tarih algımın paslı yüzeyinde gedikler açılıyor, yerel tarihlerin aynı anda yaşanan ama yine de ‘başka’ olan bâkir hikâyeleri, kendilerine mahsus bakış açıları ve mine’l-garâib tatları ile yaygın tarih anlatısının altında garip kıpırtılar duymama sebebiyet veriyordu.

Meğer bu topraklar bizim İstanbul merkezli tarih anlatımızdan ne kadar da sapmış!

Bir Süryani Kilisesi, bir Artuklu hamamı, bir Akkoyunlu Medresesi ve Reyhaniye Camii gibi halis muhlis bir Osmanlı eseri, buralarda ne denli gözlerden ırak bir tarihin yaşandığını göstermiyorsa neyi gösteriyordu? Çok odaklı bir tarih, susmuş ve susturulmuş seslere de kulak kabartan ‘demokratik’, mutlak ve sabit figüran ve jönleri olmayan ve ‘büyük tarih anlatısı’nın çerçevesine bir türlü sığdırılamayan, balta girmemiş, hâlâ direnen, yaban yüzlere sahip bir tarih karşısındayız Mardin’de.

Buralardan bakılınca her şey nasıl da yeni baştan kendini tanımlamaya koyuluyor! Sokaklarda Arapçanın fasih bir diyalekti raks ediyor. Bir ara sokakta Süryanice konuşan süslü püslü ve yaşlı kadınlara rastlıyorum. İsimler ve resimler vedalaşıyor evlerin kapılarında. Kırık bir merdiven gibi yürüyor zaman burada; boşlukları fazla…

 Anahtar ve kilit

Peki kim dolduracak bu boşlukları? Tarihimizin ‘beyaz alanları’ (blank areas), hurufatını burada unutmuş olmasın! Yalnız manastır ve cami kitabelerinde değil, aynı zamanda Mardin evlerinin duvarlarında gezinen yılan başlarında, tavanlara düşülen tarihlerde, klasik mimariye inadına baş kaldıran asimetrik binalarında, sokakların her an yeni bir şakaya hazır çal köşelerinde de bekliyor bizi o.

Mesela İstanbul’da “Matbaa neden geç geldi?” diye sorulur ve buradan çeşitli istihraçlarda bulunulur. Yok ulema karşı çıktı da, yok hattatlar aç kalacaktı da… Matbaa eşittir kitap, kitap eşittir aydınlanma denklemi o kadar katı bir sabit fikir halinde yürürlüktedir ki İstanbul merkezli zihinlerde, “Matbaa geldi de ne oldu?” sorusu tartışılmaz bile. İbrahim Müteferrika’nın 17 kitap bastıktan sonra iflas ettiği de zinhar telaffuz edilmez. Çünkü bu ‘olayı’ kendi ideolojileri doğrultusunda kullanabilmeleri için birileri sorunun özü gözden kaçırmak zorundadır Oysa Mardin’deki devlet matbaası 1869’da kurulduğu halde, 1894 yılındaki resmî Sâlnâme’de Mardin kütüphanelerinde bir tane dahi basma eser bulunmadığını öğrenince[2], işin gerçeğine, yani matbaayı kitap, kitabı da basılır basılmaz bizi aydınlanmaya uçuracak bir tren (bir tür cargo cult) gibi görmenin ne denli hazin bir yanılgı olduğunu anlıyorsunuz.

Matbaa örneğinde de gördüğümüz gibi, uzun bir süredir kaybettiğimiz, hatta kaybettiğimizin dahi farkına varmayacak derecede kaybettiğimiz, hakim anlatı haricinde başka tarihler de olabileceği gerçeğine Mardin kadar hiçbir şehirde bu çarpıcılıkta tanık olmadım diyebilirim (şimdi sınırlarımızın haricinde kalmış olan Bosna müstesna elbette). Nasıl kendi biyografimin kayıp halkalarına Mardin’deki o PTT misafirhanesinde farkına varmadan uzanmışsam, kolektif biyografimizin kimi kayıp sayfalarını da bu ücra şehirdeki işaret levhalarından giderek doldurabileceğimizi, tarihimizi sağaltmanın yöntemlerinden birinin de bu olduğunu düşünüyorum.

İran’ın efsanevî yöneticilerinden Nad


[1] Cizre’nin aslı olan cezîre kelimesi, ada demektir. Cizre’nin etrafını saran sur da, eski hava fotoğraflarında fark edilebiliyor ancak, Nuh’un gemisi şeklinde yapılmıştır.

 [2] Suavi Aydın, Kudret Emiroğlu, Oktay Özel, Süha Ünsal, Mardin: Aşiret-Cemaat-Devlet, 2. baskı, İstanbul 2001, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, s. 232.

Bir yanıt yazın