• Home
  • Genel
  • Mustafa Armağan, Mustafa Armağan’ı nasıl tanıtır?

Mustafa Armağan, Mustafa Armağan’ı nasıl tanıtır?

Mustafa Armağan, Mustafa Armağan’ı nasıl tanıtır?

Bir düşünce dedektörü. En ilgisiz gibi görünen konuda bile “düşünce”nin kımıldadığını fark eden ve fark ettiren birisi. Haritalardan tarihe, feminizmden şeytana, modernizmden Şatıbî’ye, şehirlerin ruhundan Galile’ye… Mahut kımıltıyı hissettiği her kazanın başında onu bulurum. Bu, okur için elbette keyifli bir şey ama onu çok yorduğunu söyleyebilirim. Bir tüyo vereyim mi size: Son araştırmasında sözde hemşireliğin kurucusu Florence Nightingale ile Truva’nın sözde kâşifi Schliemann’ı Kırım Savaşı’nın barut dumanları arasında buluşturmayı başardı. Birini Üsküdar’a, öbürünü de Çanakkale’ye fırlatan bu ilginç savaşın arkeolojisini yapmakla meşgul halen.

Şehir kültürü ve postmodernizmin insan-müslüman kimliği üzerindeki etkileri? Şehir, modern ve postmodern zamanlardan da önce “insan” ve “Müslüman” üzerinde ziyadesiyle etkili olmuştu. Bence şehrin en kâmil tarifini Niyazi-i Mısrî yapmıştır: İnsan, önünden şehirlerin geçtiği bir aynadır demişti o. İnsanın yüzüne yansımıştır şehirler. Ya da tersi: İnsanın yüzü şehirlere yansımıştır.

Yalnız yakın devirlerde maruz kaldığımız felaketin sebebi şudur: İnsan ile şehirlerin arasına iktidar olanca haşmetiyle girmiş ve her ikisinin de yüzlerini çarpıtmıştır. İnsanın vahiyden ve geleneklerinden süzerek hayata geçirdiği kadim prensipler, “bilim”in ve “üniversite”nin, şehircilik ve mimarlık fakültelerinin insan aklına uyup geliştirdikleri ilkelerle yaz boz tahtasına dönmüş, yapay bir dil, iki tarafı da (insan ve şehir) yansıtmayan soğuk bir çehre ile şehirleri yıkıp yeniden yapmış, yıkarken de, yaparken de insan aklının balçığı içinden çıkardığı ayaklarıyla hemen bütün geleneksel şehirleri berbat etmiştir. 100 yıl önce Mehmed Akif dahil pek çok aydınımız İstanbul’un sokaklarını çamurlu diye tenkit ederken, şehrin insanın ruhunu titreştiren muhteşem davranış kalıplarını henüz muhafaza ettiğinin farkındaydılar. Oysa bugün belki şehirlerimizin merkezi alanları çamurdan kurtuldu ama ruhlarımız çamura bulandı. Ne anladık bu alışverişten? Sokaklarımız asfalt belki ama damarlarımız, karbonmonoksit gazından zehirlenmiş durumda.

Shakespeare’in Fırtına’sında yarı insan, yarı hayvan Caliban’ın efendisi Prospero’ya söylediği o anlamlı sözde olduğu gibi, “Dili sen öğrettin bana / Ne oldu ki yararın / Lanetlemesini becermekten başka?” Çamuru sokaktan içimize aktardık. Şimdi asrî şehirlerde yaşıyoruz mesut mutlu. Bunun için miydi yaktığımız o modern mangallar?

Şunu diyebiliriz artık: Modernliği Avrupa gelsin bizde görsün! Eğer modernlik kökünden kopmak ve ikiye ayrılıp kimliğinin iki ucunu rüzgara salmak ise modern biziz demektir. Oysa Viyana da, Londra da, Prag da, Roma da, hele hele o İtalyan şehirleri de hala geleneklerinden çok şeyi, müzeleştirerek de olsa taşır bugünkü ziyaretçilerine. Safranbolu ve Cumalıkızık köyü de olmasa, tarihî film çekecek bir tek otantik sokak bırakmadık: Ne İstanbul’da, ne Bursa’da, ne de İzmir’de. Elhamdülillah halkın can havliyle koruduğu cami ve türbeleri göstererek bu topraklarda bir zamanlar yüzleri bize benzer birilerinin yaşamış olduğunu söyleyebilecek durumdayız. “Nekrofili”, geleneklerinin dilini unutmuş, hafızası murdar edilmiş toplumlar için kaçınılmazdır ve bizim de başımıza gelen bundan başkası değildir.

Postmodernizm, maruz kalınan bir şey ise bizden iyi postmodernist olmazdı. Ne yazık ki hakikat böyle değil. Postmodern olabilmek için modernlikle hesaplaşmanı yapmış ve onunla işba olmuş olmanız gerekir ki, onu aşma ihtiyacını duyabilesiniz. Modernliği gelenekten kopma olarak anlayan bir kültürde postmodernliğin gelişmesi mümkün müdür? O zaman ortaya çıkan şey, 1953-55 yıllarında Türkiye’de öğretim üyeliği yapmış olan Alman filozof Joachim Ritter’in dediği Entzweiung, yani ikiye bölünmeden başkası olmuyor. Gelenek modernleşme ile bölünüyor ama tersinden modernleşmeyi ikiye bölen bir gelenek de marazî bir hal alıyor ve sonuç, şehirlerimizin hal-i pür-melali…

Ne yazık ki bu ikiye bölünmeyi Müslümanlar da en derinden yaşadı ve yaşıyorlar. Bursa’da, en “Müslüman yüzlü” mahallelerden birisi olan Emirsultan’ı 1970-1980 aralığında mahvedenler CHPliler değil, cami cemaati ve 5 vakit namaz kılan Karadenizli müteahhitler idi. Bu insanlar, eminim çevrelerini imar ettiklerini bile düşünüyorlardı. O güzelim “Müslüman” ahşap doku, sadece 10 yıl içinde tarümar oldu ve Emirsultan’da bugün türbe ve camiden başka nefes alınacak bir tek Müslüman köşe kalmadı.

Peki belli “mekânların şerefi” hakkındaki Kur’an’ın emri nerede kaldı? Ankebut suresinin 67. ayeti Mekke’nin emîn bir belde yapılışının hikmetini anlatmıyor mu bize? Ya Zemahşerî bu âyeti nasıl yorumluyor dersiniz. Beraber okuyalım: “Sizler mekânların tesirinden gâfil olmayın, her kim Mekke’nin mücaviri olursa oranın başka hiçbir yerde bulunmayan manevî bir etkisi olduğunu anlar.” Dikkat ederseniz yorumunda sadece Mekke’yi değil, genel olarak “mekânları” ele alıyor Zemahşerî. Ve Kur’an’ın bize genel bir gafletten bahsettiğini söylüyor.

Galiba gelenek böyle bir şeydir işte. Bizi, kaynağa bağlayan ama bugün çağıl çağıl çağlayan bir şey olmalıdır gelenek. Duvardaki Divriği halısı değil, kaynaklarımızla hemhal olmak ve sadece soyut kaynaklarımızla değil, o kaynağı bugüne bağlayan zinciri de paslandırmamak sanatıdır gelenek. Ve maalesef bugün gelenek denilen şeylerin hemen tamamı, yaşamayan, ölü ve atıl şeylerdir. Asıl gelenek, yaşayan ve bugüne tesiri olan, “huzur hakkı” olan bir şeydir.

Dünya coğrafyası ve Büyük Ortadoğu Projesinin anlamı ve Müslüman coğrafyadaki yansımaları?

Ortadoğu, nevzuhur bir kavram ve doğrudan doğruya İngiliz siyasetinin bir mahsulü. 1902’de askeri stratejist Mahan’ın ortaya attığı bu terim (Middle East), aslında Basra Körfezi civarını gösteriyordu. Sonraları Afganistan’dan Fas’a kadar genişletildi veya emperyalistlerin işlerine öyle geldiği için kutru daraltıldı. Bir ara da Osmanlı Avrupası için “Yakın Doğu” (Near East) terimi kullanılmıştı ama Birinci Cihan Harbi’nden sonra Osmanlı yıkılınca artık ona “gerek kalmadığı” için terk edildi! Günün birinde, gerek kalmadığı için Orta Doğu teriminin de kullanımdan kalktığını görürsek şaşırmayalım! (Özelliği kalmayınca bu coğrafyanın ortada veya kenarda olmasının bir ehemmiyeti olmayacağı için tabii ki!)

Bu projenin yüzünü Müslümanlar iyi tanıyor, bir. Washington-Telaviv bandında üretilmiş olan projenin, Bağdat hazır ellerindeyken Diyarbakır’a bağlanması ham bir hayaldir, iki. Proje taşeronluğu, bize yakışmıyor, üç. Yıkıldı yıkılıyor dediğimiz Osmanlı Devleti en zor zamanında dahi, 1860-61’de ürettiği Lübnan modeli ile bölgeyi istikrara kavuşturacak “yerli” projelere imza atarken, bugünkü çaresizliğimiz asıl yıkılmanın şimdi kapımıza geldiğini gösteriyor, dört. Mahan sanki öldükten sonra Müslüman oldu, beş.

Tarihin kuru bir bilgi olmaktan çıkarılması ve bir tarih felsefesi oluşturulması hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Ben “düşünen tarih”, diyorum. Daha doğrusu tarihle birlikte düşünmeyi teklif ediyorum. Kuru bilgiyi canlandıracak formül budur. Düşünmek, Cemil Meriç’in dediği gibi, daima bizden önce düşünenlerin düşünceleri üzerinde düşünmektir ve bu bizde hiç mi hiç ciddiye alınmaz. Bizde herkes sıfırdan düşünmeye kalkar ve bu sebeple her 5-10 yılda bir fikir değiştirir (aslında savrulur). Düşünce, bir gelenek işidir. Tarih üzerine düşünmek, tarihin kültürün içerisine, şerbetin kadayıfa yedirilmesi gibi, yedirilmesiyle mümkündür. Tarih felsefemiz, Kur’an-ı Kerim’den Cevdet Paşa’ya kadar son derece çeşitli ve önemli kaynaklara sahiptir ve Cevdet Paşa da yabana atılacak biri değildir. Tıpkı Namık Kemal’in, Ali Suavi’nin de yabana atılamayacağı gibi. Akif’le de, Yahya Kemal’le de, İbn Haldun’la da yüzleşmek zorundayız. Bu zor bir iştir ve bu yüzden tarih felsefemiz cılız kalmıştır.

Bir cevap yazın