Nazım Hikmet’in “davası”!

Nazım Hikmet’in “davası”!

Uzun yıllar el altından satılan ve zaman zaman yasaklanan Nazım Hikmet’in kitaplarının “korsan baskıları”nın yapılacağına ve işporta tezgahlarında satılacağına kim inanırdı bundan 15–20 yıl önce? Demek o ‘proleter’ Nazım’ın şiirleri günün birinde metalaşacak ve ticari bir nesne haline gelecekmiş! (Fakat okunuyor mu? Bundan emin değilim.)

Aslında lafın gelişi “gelecekmiş” dedim, zira zaten öteden beri “Nazım ticareti” ve hatta Harp Okulu davasına bakılırsa Nazım üzerinden siyaset yapma, onun şöhretinin rantını yeme yarışı olduğunu herkes biliyor. Nitekim Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat’ta Nazım Hikmet’in şair ve estet tarafı üzerinde durulacağına; ‘kiminle yatmış, kiminle içmiş, kime aşık olmuş?’ türünden ticarileştirilmiş bir Nazım efsanesi’nin onun gerçek yüzünü örttüğünden söz eder haklı olarak. Mesela Türkiye’deki en az bilinen hususlardan birisi, Nazım’ı hapse atan iktidarın CHP, onu “affedenler”in ise sağcı olarak bilinen DP olduğudur.

Şüphesiz ki Nazım Hikmet, arkadaşı Necip Fazıl’ın deyişiyle şair kumaşından yaratılmıştı. Kabul etmek lazım ki, insana “haza şiir” dedirtecek çok sayıda şiire imzasını atmıştır. Türkçeyi bu kadar yalın, bu kadar ıslıklı, bu kadar mert ve renkli kullanan ve kendisinden sonraki Türk şiirini onun kadar etkilemeyi başaran bir başka şair zor bulunur Cumhuriyet devrinde. Hatta Necip Fazıl’a nisbetle, divan şiiri geleneğinden –ses ve eda yönüyle– daha başarılı bir şekilde yararlandığını; buna mukabil Necip Fazıl’ın Nazım’a kıyasla daha “modern” bir şiirin kapısını zorladığını söyleyebilirim.

Maalesef “şiir kumaşı”nın bu kadar güçlü olması, zaman zaman Nazım’ı fazlasıyla laubalileştirmiş ve o kudrette bir şairden beklenmeyecek derecede lüzumsuz ideolojik zorlamalara girmiş, bu da şiiri adına büyük bir kayıp olmuştur.

Hayır, sadece “Makinalaşmak istiyorum” tarzındaki şiirlerini kasdetmiyorum. Genel olarak Nazım Hikmet’in çok cesur ve dirayetli görüntüsünün arkasında resmi ideolojiyle, iktidarla uzlaşmaya yatkın bir kişilik zaafının mevcudiyetinden söz ediyorum. Hapisteyken sık sık yazdığı af dilekçeleri, bazı şiirleri ve hatta eserlerinin, hapisten kurtulmak amacına matuf olduğu biliniyor. Kuva–yı Milliye Destanı’nın kendisine bu tür bir niyetle “yazdırıldığı”nı ise artık sağır sultan bile duymuş durumda.

Bugün size Nazım Hikmet’in bu tarafını belirginleştirecek bir olayı nakledeceğim.

Atatürk’ün en yakın halkasından Afet İnan’ın kızı Arı İnan, önemli bir kitap yayımladı: Tarihe Tanıklık Edenler (Çağdaş Yayınları, 1997). Kitapta, bir kısmı gizli olmak üzere annesiyle ve annesinin çevresindeki önemli kişilerle yapılmış konuşmaların bant çözümleri yer alıyor. Bu kişilerden birisi de, uzun yıllar Emniyet Umum Müdürlüğü ve kısa bir süre Hatay valiliği yapmış, devletin en üst kademelerinde görev yapmış olan Şükrü Sökmensüer.

Sökmensüer, Nazım’la ilgili bir hatırasından söz ediyor. Nazım’ın şöhretinin üniversite gençliği arasında çığ gibi yayıldığı bir dönemde Sökmensüer, onunla görüşüp fikirlerinden vazgeçirmeye karar verir. Sadri Etem (Ertem) vasıtasıyla gerçekleşen bu görüşmede, komünizmdeki devletçiliğin zaten altı oktan bir tanesi olarak uygulanmakta olduğunu, bu yüzden komünizmin zaten Kemalizmde mündemiç bulunduğunu, komünizm propagandası çabalarının devlete ve orduya zarar verdiğini dili döndüğünce anlatır Nazım’a.

Nazım’ın cevabı önce kaya gibi sert olur. Uzun bir nutukla fikirlerini savunur. Fakat konuşmanın sonlarına doğru Nazım gevşemiştir. Tam çıkacakken Emniyet Umum Müdürüne ne dese beğenirsiniz: “Beyefendi. Bana ne emrin vardır?” Nazım burada da bırakmaz sözlerini ve devam eder: “Ben gençlik tarafından sevilen bir şahsiyetim. Gençlik benim etrafımdadır. Ben birdenbire bu komünistlikten size iltihak edemem. Ama tedricen sizin davanızı müdafaa ederim.” (s. 118).

Emniyet Müdürünün ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da görüşür Nazım’la.

Ve yıl 1937’dir. Nazım Hikmet, Şükrü Sökmensüer’i yine ziyarete gelir. Bu defa yanında bir “eser” getirmiştir. Kitap –Nazım’ı tanımıyorsanız çok şaşıracaksınız– Cumhuriyet’in devletçilik anlayışını savunan bir tiyatro eseridir; yani bir süre önce kendisine sipariş edilen kitap! Sökmensüer teşekkür eder, kendisine güvendiğini beyan eder ve bu tür eserler yazmaya devam etmesini ister.

Sökmensüer bu hadiseyi çeşitli defalar yazmak istemesine rağmen Şevket Süreyya Aydemir’in “Nazım Hikmet’in (halkın gözünde–M.A.) değeri düşer. Yapmayın bunu” uyarıları sonucu yazmaktan vazgeçtiğini de anlatıyor Arı İnan’a (s. 119).

İktidardan gelen iltifata bu kadar fazlasıyla mukabele eden birinden dava adamı olur mu? Hadi davayı bıraktık, “aydın” olur mu?

Nazım’ın şairliğiyle ilgili değil ama “davası”yla ilgili soru işaretlerinin çengelleri giderek bir burguya dönüşüyor; Nazım efsanesi’ni delen bir burguya…

Bir yanıt yazın