Neredesin Sinan!
Önceki hafta yine bu köşede kaleme aldığım “Mimar Sinan’ın kafatası nerede?” yazısı etkisini yavaş yavaş göstermeye başladı. Özellikle TÜYAP’ta karşılaştığım gençler yazıyı büyük bir heyecanla okuduklarını söylüyor ve yayınından sonra herhangi bir gelişme olup olmadığını merak ediyorlardı. Bu arada bazı haftalık haber dergilerinin de konuyla ilgilendiğini ve müstakil bir dosya hazırlığına giriştiklerini haber vereyim.
Tabii Türkiye gibi ana gündem maddelerinin bile birkaç günden fazla ayakta duramadığı memleketlerde böylesine özel hassasiyet isteyen bir konuda bir tek yazıyla kamuoyunun tepki verebileceğini düşünmek fazla safdillik olurdu. Yine de bir netice alınabilmesi için bu konuların farklı platformlarda ve defalarca dile getirilmesi gerekiyor anlaşılan. “Ben yazımı yazdım, gerisi beni alakadar etmez, başkaları ilgilensin artık.” deme lüksüne sahip değiliz ne yazık ki! Çaresiz hamallığını da kendimiz yapacağız gündeme getirdiğimiz meselelerin.
Bu arada elime geçen tamamlayıcı bir bilgiyi, konuyu araştıracak olanlara aktarmaktan kendimi alamayacağım.
Sözünü ettiğim yazımda 1 Ağustos 1935 tarihinde Sinan’ın Süleymaniye’deki türbesinin o zamanki Türk Tarih Kurumu üyeleri tarafından açtırılıp kafatasının çıkarıldığını ve ölçümünün yapıldığını, sonra da bugün TTK dahil hiç bir kurumun varlığından haberdar olmadığı Antropoloji Müzesi’nde korumaya alındığını anlatmıştım. Bu defa o günlerde Mimar Sinan’a olan bu resmi ilginin nereden kaynaklandığını öğreneceğiz.
Rıfkı Melul Meriç’in 1965’te basılan; ama aslında 1939’da yayına hazırladığı Mimar Sinan I: Hayatı-Eseri (Mimar Sinan’ın Hayatına, Eserlerine Dair Metinler) adlı çalışmasının önsözünü dönemin TTK Başkanı Uluğ İğdemir yazmıştır. İğdemir, burada Meriç’in eserinin nasıl hazırlandığını ve baskısının niye bu kadar geciktiğini anlatırken, bir yanıyla da üzerinde durduğumuz 1935 yılındaki Sinan ilgisinin nasıl başladığını anlatmaktadır. İğdemir’e göre 1935 Temmuz’unda Dolmabahçe Sarayı’nda Atatürk’ün başkanlığında bir TTK heyeti, Sedad Hakkı Eldem’in kaleme aldığı “Osmanlı Mimarisi” yazısını tartışmaktadır. (Malum, o dönemde Osmanlı’nın hemen sadece mimarisi “inkar fırtınası”na direnebilmektedir.) Eldem’in, Bayezit Camii Mimarı Hayreddin’in Sinanın öncüsü olduğu yolundaki iddiası ortalığı karıştırıverir bir anda. TTK Asbaşkanı Prof. Afet İnan, 29 Temmuz günkü toplantıda “Sinan hakkında müstakil ve büyük bir eser çıkarılmasını” ve Sinan’ın hayatı ve eserlerinin, özellikle de dünya sanatı içindeki değerinin ortaya konulmasını teklif eder.
Bu teklifi heyecanla kabul eden heyet -metinde geçmeyen; ama benim tespit ettiğime göre- Sinan’ın mezarının açılmasını ve iskeleti üzerinde tetkiklerde bulunulmasını kararlaştırır. 1 Ağustos’ta kafatası çıkarılır ve Sinan’ın Türk olduğu anlaşıldıktan sonra konu Atatürk’e duyurulur. O da -yine bu araştırmanın neticesinden duyduğu memnuniyetle- Hasan Cemil Çambel’e (ki o tarihlerde TTK başkanıdır.) Sinan’ın bir heykelinin yapılması emrini verir. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin önüne dikilen Sinan heykeli, bu emrin neticesidir. Ancak Atatürk’ün ikinci arzusu olan Süleymaniye Camii ile çevresindeki binaların restore edilerek bir “Sinan Sitesi” meydana getirilmesi, hala gerçekleşmiş değildir. Keşke, diyorum, Sinan’a bir heykel yapılacağına, o zamanlar henüz birçok sivil doku örneğini muhafaza etmekte olan Süleymaniye’deki “Sinan Sitesi” projesi öne alınsaydı da bugün onun bu şaheserini çevresindeki ahşap mimari örnekleriyle birlikte algılamak imkanına sahip olabilseydik. Her zamanki gibi işi kolayından halletme alışkanlığımız rol oynamış olmalı burada da.
1935 yazı, bu hararetli tartışmalarla bitti. Ne var ki bu ilginç zaman dilimi, arkasında Sinan’la ilgili birkaç kitap ve bir heykelden başka dişe dokunur bir miras bırakamamış, Atatürk’ün ölümünün ardından Rıfkı Melul Meriç’in kitabının basımı dahi savsaklanmış ve ancak 30 yıl sonra İğdemir’in gayretiyle gerçekleşebilmiştir.
1935 yılı, Sinan’ın kafatasının, belki de bir daha geri gelmeyecek şekilde, kaybettiğimiz yıl olarak da hatırlanacaktır. Bir insanın sağlığında kafasını kesmekle öldükten sonra mezarından çalmak arasında ne fark olduğunu bilen varsa söylesin lütfen!
İçimden kopan çığlığı huzurunuzda tekrarlıyorum:
Neredesin ey Sinan! Ve neredesiniz ey Sinanseverler!
SARMAŞIK
Bunları biliyor muydunuz?
Shakespeare’in ünlü oyunu Othello’daki olayların büyük bir kısmının Kıbrıs’ın Osmanlılar tarafından fethinin arefesinde geçtiğini… Kristof Kolomb’un Amerika gezileri için para toplarken, yeni keşfedilecek ve Hıristiyanlaştırılacak bölgelerden elde edilecek birikimin Kudüs’ü Türklerin elinden kurtarmak için harcanacağı bahanesini ileri sürdüğünü…
1578’de İstanbul’a piyasa araştırması yapması için gönderilen ve ajan olduğundan haklı olarak şüphelenilen İngiliz William Harborneun bir taraftan ticari faaliyetlerde bulunurken, diğer yandan da dönemin önde gelen devlet adamları (mesela Sokollu Mehmed Paşa) ve aydınları (mesela ünlü tarihçimiz Hoca Sadettin Paşa) ile özel dostluklar kurduğunu…
Bu bilgileri nereden mi öğrendim? Hemen söyleyeyim: Tanju Sarı’nın Gezginlerin Gözüyle Bir İmparatorluk: İngiliz Seyahatnamelerinde 17. Yüzyıl Osmanlı İktisadi Yapısı adlı hacmi küçük; ama yararlı çalışmasından (Göçebe Yayınları 1998).
KÜLTÜR BAHÇEMİZDEN
Başörtü ve vatan
“Birden, yolun ötesinden hanımlar koptu. Koyu yeldirmelere bürünmüş, başları beyazlarla örtülü, çift çift geliyorlardı… Bu kız kafilesine bakarken birden gayr-i ihtiyari bir saadet ürpermesi duydum. Bilmem; sizler bu toprağı ne zaman bir Müslüman toprağı gibi görüyorsunuz? Ben, öyle sanıyorum ki, bu yeldirmeler, bu beyazlarla örtülü başlar, kırlarda ağır ağır yürüyen bu saf kafileler olmasa vatanımda yaşadığımı için için duymayacağım.
Ah bilseniz biz onlardan ne kadar az Türk’üz.”
Yahya Kemal, Mektuplar Makaleler, 2. baskı İstanbul 1990, s. 161.