Militan İslam
The European dergisinin 14-20 Aralık 1998 tarihli sayısında bir okuyucu mektubu dikkatimi çekti. Londra’dan gönderilen mektup, özetle, Batı Avrupa’daki Müslüman nüfusun artış hızına dikkat çekiyor ve bu gidişle 2010 yılında Avrupa’daki Müslümanların nüfusunun 15 milyona çıkacağını, bunun da liberal demokratik değerlere bir tehdit oluşturacağını söylüyor. İşte İslam uzlaşmaya razı olacak mıymış?, İslam doğası gereği militan değil miymiş?, Müslümanların güçlenmesi Avrupa’da ırkçı sağın güçlenmesine hizmet ediyormuş falan filan.
Görüldüğü gibi bu mektupta yeni hiçbir şey yok. İyi de, böyle hatırı sayılan bir dergide, hem de okuyucu mektupları sütununun en başında böyle bayat bir konuyu ısıtmaya çalışan bir mektuba nasıl yer verilebilir, anlamak zor. Lafın gelişi zor dedim, aslında zor değil, zira mektubun son cümleleri bu entelektüel(!) derginin ve Avrupa’nın ortak hislerine tercüman olmakta:
“Tehlike açık. Daha az açık olan şey, onlardan nasıl kurtulunacağı. Müslümanların Batı Avrupa toplumuna tam entegrasyonu faydalı bir başlangıç olacaktır, bu da Batı Avrupalı değerleri İslami değerler bağlamında açıklayan bir eğitim programıyla takviye edilmelidir.”
Çoğulculuğun dünyadaki şampiyonlarının bırakın bir başka dinden insanın -Osmanlı’nın yaptığı gibi- kendi inancını yaşamasını garantiye almayı, inancını geliştirmesine yardımcı olup saygı duymayı, kendilerinden olmayanların Avrupa’daki varlıklarını dahi tehlike olarak görmeleri, onlardan nasıl bir an önce kurtulunacağı yolunda tedbirler almaya koyulmaları karşısında insanın mantık melekesi, ne yalan söyleyeyim, iflas ediyor. Bosna’yı da, Kosova’daki katliamları da mezbahaya bakar gibi soğukkanlılıkla seyredenlerin gerekçeleri hazır aslında: Onlar bizden değil!
Anlayacağınız, Batı cephesinde değişen bir şey yok!
AÇIKLAMA:
Geçen hafta bu köşede yukarıdaki başlık altında okuduğunuz yazıda garip bir durum olduğunu siz de eminim hissetmişsinizdir. Teknik bir hata sonucu yazımdan herhangi bir mana çıkarmak imkanı bulamayan okuyucularım için metnin tamamını -özür dileyerek- tekrar yayımlıyorum.
Türkiye’de kadın hakları konusunda bilmediklerimiz
Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının dünyanın birçok ülkesinden önce verildiği doğru mudur? Kadınlara hakları niçin 1923’te değil de, Cumhuriyet’in kuruluşundan tam 12 yıl sonra, 1935’te verilmiştir? Osmanlı döneminden itibaren kadınların hakkını arayan “Türk Kadınlar Birliği” 1935’te devletin baskısıyla neden kapatıldı ve 1980’lere kadar Türkiye’de kadınların örgütlü olarak hak aramaları nasıl önlendi? 1935’te Ankara’da toplanan kadınlar, neden Meclis’e kadar yürüdü ve Atatürk’ten seçme ve seçilme haklarının tanınacağına dair söz almadan dağılmadılar? Cumhuriyet döneminde kurulan ilk siyasi partinin “Kadınlar Halk Fırkası” olduğunu ve onun da kapatıldığını biliyor musunuz? 1917’de yürürlüğe giren Aile Hukuku Kararnamesi’nin İsviçre’den alınan Medeni Hukuk’tan daha “medeni” ve kadınlara verilen haklar açısından daha ileri bir metin olduğunu, hazırlık komisyonunda azınlıkların da yer aldığını ve bu toprakların şartlarına daha uygun bir kanun metnini ihtiva ettiğini de bilmiyorsanız, Dr. Ömer Çaha’nın Vadi Yayıncılık’tan çıkan Sivil Kadın adlı kitabını mutlaka okumalısınız. Yanlış bildiğimiz veya hiç bilmediğimiz birçok önemli konuyu bilimsel bir tutarlılık ve açıklıkla ortaya koyan bu esere ulaşmak için Meşrutiyet Cad. Bayındır II, 60/5 Kızılay/Ankara adresine veya (0312) 435 64 89 nolu telefona başvurmanız yeterli olacaktır.
SARMAŞIK
Bir iftar nasıl zehir edilir?
Geçen cuma günü çocuklara bir sürpriz yapayım dedim. Demez olaydım. Neden mi?
İzninizle anlatayım.
Niyetim, iftar soframızı biraz şenlendirmek ve çocukların da hava almasını temin etmekti. Ben Sultanahmet’teki Dini Yayınlar Fuarı’nı gezer, eş dostla muhabbet ederken, çocuklar da meydanda kurulan orta oyununu seyreder, bu arada iftarımızı da civarda açmak suretiyle eski bir an’aneyi devam ettiririz diye düşünüyordum. Aklıma da bir iki yıl önce gittiğim caminin hemen yakınındaki Türkistan Aşevi geldi. Değişik Orta Asya yemeklerini, bu arada çok sevdiğim Özbek pilavını çocuklara tattırmak ilginç olacaktı.
Hava soğuk olduğu için iftara 45 dakika kala gittik, yemeklerimizi ısmarladık. Fiyatlar epeyce yüksekti; ama mönüyü görünce değeceğini düşündük. Derken içerisi kalabalıklaştı, bu arada iki turist çift de geldi. Sigara içmeye başladılar. Turisttir deyip aldırmadık. Derken ezan okundu, iftarımızı açtık, çorbaları beklemeye başladık. Biraz gecikerek de olsa çorbalar geldi. O da ne? Tadı tuzu olmayan ve bir önceki günden kaldığı her halinden belli olan bir çorba bu ve fiyatı 750 bin lira. İftar vakti bir çorbanın peşinden koşacak değiliz ya, arkadan geleceklerin bunu telafi edeceğini düşündük; ama ne gezer? Yarım saat bekledikten sonra Özbek pilavı diye gele gele avuç içi kadar bildiğimiz pirinç pilavı ve yanında birkaç parça et geldi. Onun fiyatını söylemeyeceğim, yoksa adımız enayiye çıkar. Mönüde ayran gözüküyor, ayran yok, salatanın ben bile daha iyisini yapardım. Bu arada yemeklerin gecikmesini fırsat bilenler sigaraya asılıyorlar ki içerisi külhana dönmüş vaziyette. Havalandırma yok, hava soğuk olduğu için camları da açamıyorlar. Turistler “yabancı değil” diye ihmal edildikleri için isyanları oynuyor. Bu arada mantı var sırada; fakat o da gelmek bilmiyor bir türlü. Saate bakıyorum, 55 dakika olmuş ezan okunalı, biz daha yemeğin yarısındayız. Geldiğimize geleceğimize bin pişman, yanımızda oturan aileyle birlikte kendimizi dışarıya atmak istiyoruz. Hesabı ödeyeceğiz, garson yemediklerimizin de parasını istiyor bizden. Mönü olduğu için indirimliymiş falan filan. İtiraz ediyoruz ve yemeklerin tek tek fiyatını çıkarttırıyoruz. Garson çok iyi hizmet etmiş gibi 1.5 milyona yakın bahşişi ekliyor hesaba, bu arada çaktırmadan 1 milyon lira da fazladan yazıyor. Yine itiraz ediyoruz, tartışa tartışa dışarı zor atıyoruz kendimizi.
‘Bir iftarı nasıl zehir edebiliriz?’ diye soranlara bundan böyle “Türkistan Aşevi’ne gidin” diyeceğim