Osmanlı fetihlerinin mantığı

Osmanlı fetihlerinin mantığı
“Tarihi açınız: Turan yaylalarından gelmiş birtakım Türko-Moğol aşairinin mülk-i Ruma istilasını, Konya Selçukilerinin inkırazı üzerine, Karaman hükümetini, bütün Selçuk bakayasını, Şarki Roma İmparatorluğu’nu, muhtelif ve mütenevvi Slav hükümatını, Macar devletini mahvedip Beç kapılarına, Herkül sütunlarına, Moskof içlerine, hatt-ı istiva menatıkına, Hind denizlerine, İran’ın göbeğine, Otranto boğazına, Malta mevki-i askerisine dayandığını, sonra yavaş yavaş fakat kat’i adımlarla gerilediğini, Macaristan’ı, Kırım’ı, Avrupa’daki memalikinin bir kısm-ı mühimmini tahliye ile Tuna’yı, sonra Balkanları aştığını, adeta geldiği yere gider gibi müteheyyi-i rıhlet olduğunu görürsünüz. Bu tedenni, bu sukut, bu izmihlal ve inhitat vakıadır. İnkar olunamaz.”

Celal Nuri, 1914’te yazdığı Tarih-i Tedenniyat-ı Osmaniyye adlı kitabında Osmanlı tarihini böyle değerlendiriyor bir çırpıda. Sanırsınız ki, kendini bilmez bir kasırga esmiş ve birden eli kolu yanına düşerek sakinleşivermiştir. Kör, bilinçsiz ve gelişigüzel bir yayılma ve fütuhat dönemini yine kör, bilinçsiz ve gelişigüzel bir gerileme ve perişanlık dönemi takip etmiştir bu anlatıya göre.

Oysa böyle olmadığını, olamayacağını bilmek için koca koca tarih kitaplarını devirmeye bile hacet yok. Tarihin mantığını kavramak, yani o insanların da bizler gibi birer beşer oldukları ve her hareketi, her fiili amaçlı olarak yaptıkları, tarihi, amaçsız eylemlerin yan yana ve art arda dizilişi şeklinde okumanın ancak tarihi yapan aktörlerin iradeden yoksun kılınmasıyla mümkün olabileceğini, insanın olduğu yerde ise bunun tasavvur dahi edilemeyeceğini bilmek gerekir her şeyden önce.

Moğollar Anadolu’da ne yaptı?

Mesela Anadolu ve Rumeli’deki ilk fetih girişimlerinin gelişigüzel sağa sola saldırıp toprak fethetmekle hiçbir alakasının olmadığını, kağıda damlatılan yağ gibi kendiliğinden, önceden belirlenmiş bir mantığa veya gerekçeye dayanmadan yayılmış olmadığını bugün çok şükür ki bilebilecek durumdayız.

Fakirin Bursa sevdası malum. Birkaç yıl önce yoğun Bursa tarihi okumalarım sırasında gelip gelip tosladığım nokta, Bizans zamanından beri çok önemli bir yol kavşağı ve tarihi-mukaddes şehir olan İznik dururken neden yol üzerinde yer almayan ve arkası dağlarla kapalı olan Bursa başkent yapılmış ve Osmanlı tarihinin en azından ilk yüzyılına damgasını vuran şehir olmuştur? sorusu idi. Bütün şartlar aleyhine iken Bursa’yı Osmanlıların gözünde bu kadar hayati ve “sevimli” kılan, yeni imparatorluğun başkenti olarak yıldızını parlatan faktör neydi acaba?

Halil İnalcık hoca imdadıma yetişmişti tam o sırada. Ona göre İlhanlıların (Moğolların) Anadolu’yu işgali, aslında ticari açıdan bir yıkım olmaktan çok İran ve ötesi ile Anadolu’yu birleştirmesinden dolayı yeni bir açılımın başlangıcı olmuştur. Nitekim onların egemenliğinde doğu-batı ticareti canlanmıştı. İtalyan liman devletlerine mensup tüccarlar, bürokrasimizde hala kullanılan “damga” ve geçiş vergisini (bac) ödemek şartıyla Sivas ve Konya’ya kadar gidebiliyor, İran ve Uzak Doğu’dan gelen tüccarları orada karşılayabiliyorlardı. Demek ki Anadolu’daki İlhanlı hakimiyeti, mutlak manada “kötü” değildi.

Anadolu’da “birliği sağlama”nın anlamı

Tebriz-İstanbul ticaret hattı, Erzurum, Erzincan ve Sivas’tan geçiyordu ki, bu bölgeler o devirdeki mamurluklarını, büyük ölçüde bu yolun işlekliğine borçluydu. Fakat bu yolla rekabet halinde olan alternatif güzergah, Tebriz’den çıkıp Trabzon’a varan ve oradan deniz yoluyla İstanbul’a ulaşan deniz yoluydu.

İlhanlıların Anadolu’daki hakimiyeti zayıflayıp beylikler kurulunca, Tebriz-İstanbul yolunu katetmek güçleşti, zira pek çok beyliğin topraklarından geçmek ve her birine ayrı ayrı vergi ödemek, yol güvenliği de tam sağlanmadığı için ara sıra da eşkıyaya “baç” vermek tüccarlar üzerinde yıldırıcı bir etki yaptı. Aksi halde kervanları yağmalanıyor, bütün emek ve sermayeleri mahvoluyordu.

Bunun üzerine Anadolu’dan geçen yol, cazibesini kaybetti. Can ve mal güvenliğinin olmayışı, o zamana kadar tali önemdeki Trabzon-İstanbul deniz yolunu canlandırdı. Sonuçta Anadolu şehirlerini besleyen damar kurudu ve Trabzon bu işten karlı çıktı. Erzurum, Konya, Sivas fakirleşirken Trabzon gelişti, zenginleşti.

Osmanlı beyliği ilk fetihlerini gerçekleştirirken, Anadolu ticaret yolları zayıflamış durumdaydı. Yalnız Tebriz-İstanbul yolu değil, Romalıların Via Egnetia, Osmanlıların Sol Kol dedikleri Balkanları enlemesine keserek İstanbul’a ulaşan yol ile İstanbul ile Antalya’yı, dolayısıyla Doğu Akdeniz ticaretini birbirine bağlayan yol da aynı kötürümlükten acı çekiyor, çeşitli beyliklerin egemenlikleri altına girmiş olduğu için zor nefes alabiliyordu.

Bursa: Akdeniz ticaretinin başkenti

Osmanlılar ilk olarak, Anadolu’da İlhanlılardan sonra bozulan birliği yeniden kurmayı hedeflediler. Bursa’yı fethettikten sonra gayet planlı ve bilinçli bir strateji izleyerek önce Amasya-Tokat-Erzincan hattını ele geçirmeye çaba gösterdikleri açıkça takip edilebiliyor harita üzerinde. Hedef, o zamanlar Rumların elinde olan Trabzon’a yönelişi engellemek ve Anadolu’da birliği temin ederek tüccarlara, tıpkı eskiden olduğu gibi can ve mal güvencesi vermekti. İran’dan yola çıkan ipek kervanları, bu güvenceden sonra Erzincan, Amasya ve Tokat hattını izleyerek batı Anadolu’ya ulaşıyordu. Özellikle Bursa’da kendilerine sağlanan geniş barınma, alış veriş imkan ve avantajları sayesinde (eski Bursa’nın en merkezi bölümlerinden birisi, hanlarla kaplıdır bu yüzden) gerek İstanbul, Selanik ve Floransa’ya, gerekse İzmir, Isparta, Antalya ve Alanya yoluyla Suriye, Mısır ve Arabistan’a mal satabilmekte ve oradan gelen malları alabilmekteydiler.

Karamanoğulları ile giriştikleri zorlu mücadelenin de temelinde şuursuz bir şekilde, ne pahasına olursa olsun imparatorluğu genişletmek arzusu değil, büyük ölçüde ticaret yollarının güvenliğini sağlamak gayesi yatmaktadır. Zira sanayinin olmadığı bir devirde devlet ve tebanın en büyük refah kaynağı, ticaret ve zanaattı.

Böylece İlhanlılar devrinin ticari canlılığını yeniden tesis eden Osmanlılar sayesinde Bursa, imparatorluğun siyasi ve ticari merkezi haline gelmiş, 14. yüzyıldan itibaren zenginlik ve itibarının zirvesine çıkmış, bugünkü Bursa’ya da kimliğini veren mimari eserlerle şenlendirilmişti.

“Bu kitap, mevcut olmayan bir halk hakkındadır. ‘Osmanlı’ kelimesi bir yeri anlatmaz (bugün). Dillerini (Osmanlıcayı) konuşan hiç kimse yoktur şimdilerde. Şiirlerini ise sadece birkaç profesör anlayabilecek durumdadır.” Böyle diyor Jason Goodwin Lords of the Horizons’da. İzninizle bu pasajda ufak bir değişiklik yaparak, “şiirlerini” kelimesinin yerine “tarihlerini” kelimesini koymak istiyorum.

Gerçekten de ne zor şey şu tarihi anlamak!



Bir cevap yazın