Osmanlı’da cadı yok muydu?

Osmanlı’da cadı yok muydu?
Beni asıl onlar şaşırtıyor. Onlar, yani muhafazakarlar! Onlarla konuştuktan sonra Türkiye’de muhafazakarlığın m’sinin olmadığına kalıbımı basacağım geliyor.

O nasıl muhafazakarlık öyle? Yeniden üretmeden sahiplenir görün tarihi, sırtını ona yasla teklifsizce, sonra da bir muhafazakarın yapacağı en son şeyi yap: Bir kalemde silip boşalt sebeb-i vücudun olan hazneyi.

Geçenlerde böyle bir dostumla konuşuyorduk. Birden, “Ne var Allah aşkına bizde ilim ve teknik adına? Bu alanda ne yapmışsa Batılılar yapmış, biz seyretmişiz. Orada Newton buluş üstüne buluş yaparken bizimkiler kuyuları insan kelleleriyle doldurmakla meşguldüler. Tabii geri kalırız..” demesin mi?

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. “Bari sen yapma bunu” dedim.

Hayır, bu bireysel bir hadise değil, çok sık şahit olduğum yaygın bir tavrın uzantısı. Tarihe bakışımızdaki temel çarpıklıklarımızdan birisi.

Eğer Newton’la Kuyucu Murat Paşa’nın, birbirlerinden tamamiyle farklı alan ve bağlamlardaki fiilleri karşılaştırılabilir şeyler ise o zaman tersinin de geçerli olması gerekmez mi? Bilimsel bir buluş ile siyasi bir icraat karşılaştırılabilir şeyler ise o takdirde tersinin de yapılması gerekmez mi Osmanlı lehine?

Eğer bilimsel bir başarı ilerlemenin, siyasi kan dökme geriliğin alameti ise tersini düşünelim bir an. Bizim Katip Çelebi o ünlü Cihan-nüma’sını yazdığı yıllarda Avrupa’da cadı avı bütün hızıyla sürüyor, yakalananlar çatır çatır cümle aleme ibret olsun diye meydanlarda yakılıyor, bu da yetmezmiş gibi, cenazelerinin göğsüne saplanan kazıkla toprağa çakılıyorlardı.

Buyrun bakalım, şimdi hangisi ileri size göre? Katip Çelebi’nin yaşadığı Osmanlı mı, yoksa gözleri oyulan, etleri çeşitli aletlerle kopartılan, yakılan cadıların Avrupası mı?

Şimdi soruyorum: Bu sağlıklı bir karşılaştırma mıdır? Karşılaştırma, belli bir kalem mal ile yine belli bir başka kalem mal arasında olur. Altınla elmadan hangisinin daha ağır çektiğini öğrenmeye benziyor bu. Diyelim ki altın daha ağır geldi. Bu bize anlamlı bir karşılaştırma imkanı verir mi?

Tarih, her şeyin her şeyle karşılaştırılabildiği bir zerzevat dükkanına çevrilirse, olan zavallı kafalarımıza olur, tarihe bir şey olmaz. Tarihin etrafında nafile turlar atmaya devam eder, dururuz.

Tarihte karşılaştırma yapmak için karşılaştırılabilir dönemler ile karşılaştırılabilir olguları anlamlı düzeylerde mukayeseye tabi tutmak zorundayız. Aksi, büyük bir hercümerc olur ki, kimseye en ufak bir faydası olmaz. Hele tarihe hiçbir katkısı olmaz.

Cadı avı deyince aklıma Robert Muchembled’nin İşkenceler Zamanı adlı kitabı (Çeviren: Ali Berktay, Tümzamanlar Yayıncılık, 1998) geldi. Avrupa’nın bu utanç yılları hakkında ilginç ve ayrıntılı bilgiler veriyor ve ilerlemenin, modernliğin, laikliğin, rasyonalitenin ve milli devletin Avrupa’da hangi işkence, disiplin ve itaat ettirme teknikleri pahasına gerçekleştirildiğini Fransa ağırlıklı olarak yetkin bir şekilde ortaya koyuyor yazar.

16. yüzyılda başlayan ve Avrupa’nın büyük bir kısmına sıçrayan cadı avının gerçek sebebini de açıklayan Muchembled’ye göre cadı avları ve onların köy meydanlarında diri diri yakılması hadisesi, aslında o Max Weber’in toz kondurmadığı Orta Çağ şehirlerinin bir yansımasıdır.

Cadılar köylüydü her şeyden önce. Köylüler ise kalabalıkları ve murdarlıkları yüzünden şehre sokulmamaları, surların dışına atılmaları gereken yabancılardı. İkincisi, kadın idiler.

Kadın da köylü gibi tabiatı temsil ediyordu ve tekin değildi. Kutsanmış, takdis edilmiş şehrin sınırları içine sokulmamalı yahut mecburen sokuluyorlarsa ortalıkta fazla görünmemeliydiler.

Yazara göre cadıların avlanması ve yakılarak “temizlenmesi”, “ön planda kadın, onun arkasında köylü kadın, daha da geride kırsal dünyanın bütünü”nün merkezi iktidarın disiplini altına alınması planının bir parçasıydı.

Cadı avları, sadece büyücülüğe, batıl inançlara karşı açılmış bir aydınlanma savaşından ibaret değildi. Gerçekte iktidarı temsil eden şehirlere zaman zaman tehdit oluşturmuş olan kırsal bölgelerin denetim altına alınması stratejisinin bir parçasıydı. Cadıların meydanlarda yakılması ise seyreden köylülerin iktidarın gücünü görmesi ve itaate zorlanmasını temin etmek amacına matuf bir uysallaştırma politikasıydı.

Şimdi Muchembled’nin kitabını okuyan ‘muhafazakarlar’ beni yine yanlış anlayacak ve Avrupa’nın kanlı tarihini eminim “Onlar bizden daha hunhardı” mantığı içinde okumaya başlayacaklardır.

Bir yanılgıdan diğerine savrulmak ne zamana kadar kaderimiz olacak acaba?

Bir yanıt yazın