Osmanlı’ya yeniden bakmak

Osmanlı’ya yeniden bakmak
Sen çok yaşa e mi Roads Murphey! Nicedir cevabını aramakta olduğum bir soruya bu kadar gür sesle cevap aradığın için, hatta kırk yıldır Osmanlı tarihiyle uğraşıp da hala kıskacına sıkışıp kaldığı oryantalist kategorilerin dışına çıkamayan tarihçilere verdiğin o şık ders için.

Murphey’nin Osmanlıların “gerilemesi”ni kültürel sebeplere bağlamak yönündeki yaygın tavırdan uzaklaşarak meselenin ekonomik ve uluslararası faktörlerine eğildiği yazısı (*) birçok açıdan önemli. Yaygın söylemin tersine Osmanlı’nın Batı’ya kapanmadığını, aksine 17. yüzyılın sonlarına kadar Batı’yla, teknolojik gereçlerin, özellikle silahların alınması yönünde ciddi bir çaba içerisinde olunmuş, hatta yabancı gözlemcilere göre 1680 yılında Avusturya ile yapılan savaşta Osmanlı tüfeklerinin bazılarının rakiplerinden daha üstün olduğu görülmüştür. Demek ki Osmanlı “ilerlemesi” Kanuni’den en az bir asır sonrasına kadar devam etmiş ve ne kültürel bir içe kapanma, ne de psikolojik bir yılgınlık başgöstermiştir. Hatta İkinci Viyana Kuşatması’na kadar süren parlak bir yarım asır vardır ki neredeyse imparatorluğun ikinci baharı olmuş ve devlet en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Peki bugün “gerileme” diye adlandırdığımız olgu nasıl patlak vermiştir? Böyle bir devlet, nasıl olmuş da “her yönden” bir inkıraza muhatap olur hale gelmiştir? Bunun cevabını, Osmanlı’nın Batı’daki gelişmelere kapandığı gibi beylik bir yargıyla değil, tam tersine Batı’nın kapılarını Osmanlı’ya kapadığı ve teknoloji ve askeri mühimmat gibi alanlarda tecrit politikası gütmesinden kaynaklandığı şeklinde veriyor. Askeri alandan olduğu kadar madencilik ve saat yapım teknolojisi alanlarından da örnekler veren Murphey’nin tezi, gerçekte yalnızca kendisi tarafından savunulan “şaz” bir rey de değildir. Özellikle Hodgson (İslam’ın Serüveni), Braudel (Akdeniz ve Uygarlıkların Grameri) ve Wallerstein (Modern Dünya Sistemi) gibi dev tarihçileri çok önemsiyor ve bir çizgi halinde tarihçilerimizce dikkatle okunmalarını arzu ediyorum. Bu tarihçiler karşılaştırmalı dünya tarihi perspektifinden baktıklarında bizim “içeriden” göremediğimiz bir sürü dış bağlantıyı fark ediyor ve onların sadece Osmanlı için değil, bütün bir dünya için hangi gelişmeleri davet ettiğini olanca açıklığıyla göstermeyi başarıyor, kısacası gözümüzü açıyorlar.

16. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıktıktan sonra bütün çevre “dünyalar”ı yutan ve küresel ölçekte günümüze kadar hegemonyasını sürdüren kapitalist dünya sistemine Osmanlı’nın tek başına karşı koyma mücadelesini ve bu sistem tarafından önce dışlanıp sonra parçalanışını bu tarihçilerden öğrenebiliyoruz. Ünlü tarihçimiz Halil İnalcık’ın Osmanlı tarihi alanındaki katkılarından büyük ölçüde etkilenmiş bulunan Wallerstein, onun hakkında yazdığı bir yazıda (Der: Mustafa Özel, Tarih Risaleleri, İst. 1995, s. 58-9) Osmanlı’nın Batı dünyasıyla ilişkisi konusunda şunları söylüyor: “Bu, öncelikle kavramsal bir meseledir. Geleneksel olarak bu, iki “özerk” varlığın, iki “kültür”ün muayyen neticeler hasıl eden bir buluşması olarak görüldü. Bu yaklaşım şunu fark etmemiştir ki, meydana gelmekte olan şey, bir “bölge”nin kapitalist dünya-ekonomi denen varlığa eklemlenmesiydi. Bu eklemlenme sadece üretim yapılarının yeniden örgütlenmesiyle değil, devletlerarası sistemin üyeleri olan devlet(ler)in meydana getirilmesiyle sonuçlandı.”

Demek ki Batı’yı dışlayan değil, kapitalist dünya-sistemince dışlanan, ambargo uygulanan ve köşeye sıkıştırılan taraftır Osmanlı. Yine Murphey’den öğreniyoruz ki, Osmanlılar içine sıkıştırıldıkları bu ablukayı kırmak için çeşitli yollar denemiş, hatta sistemdeki bazı ülkelerle uzlaşarak diğerlerini saf dışı bırakmaya çabalamış, hiç de iflah olmaz bir yenilgi psikozuna kapılmamışlardır. Eğer kapılmış olsalardı, ne 20. yüzyıla kadar yaşayabilir, ne de sözümona “gerileme” döneminde Şeyh Galib ve Dede Efendi gibi içinde yetiştikleri gelenekleri dirilten dehaları yetiştirebilirlerdi.

(*) Osmanlıların Batı teknolojisini benimsemedeki tutumları”, Haz: E. İhsanoğlu, Osmanlılar ve Batı Teknolojisi, İÜ Edb. Fak. Yay., 1992, s. 11.

Şerh sadece tekrar mı demektir?

Osmanlı kültürü ile ilgili eserlerde hep dile getirilir “belli bir zamandan sonra” tekrara düşüldüğü, yenilik yapma şevkinin kalmadığı ve daha önceden yazılmış eserlere şerhler, haşiyeler ve lahikalar yazmakla vakit geçirildiği iddiaları. Doğrudur şerh ve haşiyelerin belli bir zamandan sonra çoğaldığı; ancak bir kültürün sadece durgunlaştığı veya gerilediği dönemlerde değil, ilerlediği ve canlı olduğu dönemlerde de şerhler ve haşiyeler yazılır. Zira bir düşünür veya alimin kendisinden önceki birikimi yoğurması, içinde piştiği geleneğin hararetini muhafazaya çalışması ve ona kendi yaklaşımını pek fazla “ben”ini öne çıkarmadan ilave etmesi, bugün de pekala yaşanmıyor mu? Mesela günümüzde de felsefede, sosyolojide, psikolojide geçmişteki pirlerin görüşleri didik didik edilip nakledilmiyor mu? Bir Weber, bir Freud, bir Heidegger üzerine çoğu da büyük bir orijinalite taşımayan yığınla makale, kitap ve derleme yayınlanmıyor mu? Yine de bu kitaplar, bu makaleler, içerisinde “yeni” bir şeyler taşıyor olmalılar ki yazılıyor ve okunuyor. Demek ki, kültür, kelime anlamı itibariyle olduğu gibi toprağın çapalanması, gübrelenmesi ve bakımı ile serpiliyor ve üretkenliğini koruyor. Şerhler ve haşiyeler de, hiçbir orijinallik taşımasalar da sırf bu “bakım”ı gerçekleştirdikleri için bile incelenmeye ve ciddiye alınmaya layık kültür faaliyetleridir. Gadamer’in dediği gibi, şerhler geleneği kendi üzerine kapamak bir yana, farkında olmadan geleneğin bünyesini çatlattığı ve ondan yeni bir filiz çıkmasına imkan hazırladığı için vazgeçilmez önemdedir. Her şerh, eserin yeni bir okunuşu ve yorumlanışıdır gerçekte; kendisi yeni bir şey ilave etmediğini iddia etse bile!

KÜLTÜR BAHÇESİNDEN

Taha Kıvanç’ın Not Defteri

Bugünlerde niye yazmadığını sizin kadar benim de merak ettiğim Taha Kıvanç’ın, Fehmi Koru’nun müstearı olduğunu artık biliyorsunuz. Daha doğrusu bilir gibi olup da tereddüt edenler Taha Kıvanç’ın Not Defteri’ni (Moro Yayınları, Ank. 1996) okuduktan sonra öğrenmiş oldular. Taha Kıvanç’ın Not Defteri, 1991-1995 yıllarında çeşitli yayın organlarında yazılmış farklı konulardaki yazılardan meydana gelmesine rağmen, bir gazeteciden öte “delici bir nazar sahibi” aydının günlük olayları bir kuyumcu titizliğiyle umulmadık noktalara bir gerdanlığın parçaları gibi bağlaması ile kalıcı bir eser hüviyetini kazanıyor. Turgut Özal’dan Süleyman Demirel’e, İnternet’ten Menemen hadisesine kadar çeşitlilik arz eden birçok konuyu usta bir kalemden okumak isteyenler (312) 342 31 81 nolu telefona başvurabilirler.

Bir cevap yazın