Padişahlar da kartopu sever

Padişahlar da kartopu sever
Kronikler suskundu; abus çehreli belgeler sırrını ifşa etmedi. Hep “biz” diye bağladılar cümlelerini. Bir pirinç tanesine Âyete’l-Kürsî’yi sığdırıp kütüphaneler dolusu kitaba “ben”lerini sokmaktan imtina ettiler. Arz üzerindeki maceralarını noktalamalarının üzerinden yarım asır bile geçmeden dillerini sökecek üç beş münevverden ve Türkologdan başkası kalmamıştı miras sandıklarının başında. Suskunlukları, katmerlenmişti.
Şimdi ayılma vaktidir. Sessiz ciltlerin âherli satırlarına gizlenmiş mânâ ilmeklerini çözmenin, pelteleşmiş sayfalarına diriltici bir nefes üflemenin, gözlerden ırak kalmış tomarların gönlünü gün ışığında kamaştırmanın vaktidir.
Yıllar önce “Padişahlar güler miydi?” diye sormuştum, gülmemeleri için bir sebep varmış gibi. Tarihe damgasını vurmuş padişahların günlük hayatlarında nasıl bir portre çizdikleri konusu genellikle ihmale uğramıştır. Yalnız padişahların mı? “Osmanlı”nın günlük hayatı, Shakespeare’in “Fırtına”sındaki Prospero’nun lanetine uğramış Caliban’ı andırmıyor mu sizce de? Dilini unutmuştur; öğrendiği yeni dille ise yalnızca küfürler savurabilmektedir. Ona konuşacağı dili yeniden sunmak gereklidir.
İlyas Ağa’nın “Letâif-i Enderûn”undan haberdar mıyız? Bir nevi Osmanlı saray hayatının günlüğü olan bu hazine değerindeki kitap, 1812-30 yıllarının hikâyesini sarayın içinden anlatır. Bir şeyi daha: Günlük hayattan sahneleri. (Kitap, 1987’de Güneş Yayınları tarafından Cahit Kayra’nın sadeleştirmesiyle yayınlanmıştır.)
Yıl, 1813. Kar felaketini yaşayan bugünkü İstanbulluların yabancısı olmadığı günlerdir. “Yerler ve zamanlar” karla doludur ve kimse odasından dışarı adımını atamamaktadır. Kahvelerin eşliğinde sohbetler koyulaşadursun Padişah’ın aklına bir muziplik gelir: Eski günlerdeki gibi ağalar kartopu oynasalar da bir güzel eğlense. Emreder ve Şimşirlik Meydanı’na Üç Odalı Ağalar içtimaya çağrılır. Bundan sonrasını “olay yerindeki” muhabirimizden dinleyelim:
“Eskiden beri kartopu oynandığı zaman odalarda gecelik giysileriyle gezip tozan bıçaklı eskilerin ağır başlıları ile tuhafcalarını Padişah huzuruna getirip kara yatırmak âdet olmuştu. Hemen (ağaları) birer merdivene bindirip gecelik kavukları ile getirdiler. Padişah kara yatırmalarını işaret etti. Bunların yöresini çeviren bir takım kazlar eski lalaları bir tür oyunla düşürüp kaldırmaya başladılar. Öteden beriden atılan kartopları vurdukça eskilerin başlarındaki gecelik kavukları kartopu gibi yuvarlanıp (yere) düştü. Zavallılar dalkelle ve parmakları ağızlarında şaşırıp kaldılar.. Abdi Bey soğuktan titrerken Padişah emretti: İkisini de kara gömdüler. Ağalar bunlara kar attıkça Abdi Bey’in feryadı göklere çıktı. Sonunda artık atılan toplar vücut kalesini zedeleyecek hale geldi. O zaman sevecenlik dolu Padişah hazretleri sıkıntılı hallerine acıdı ve türlü iltifatlar ve bağışlara lâyık olduklarını söyledi. Toptan herkese izin çıktı ve hoş unvanlı ağalar için bu olay beş on gün tuhaf sohbetlere vesile oldu.” Anlaşılan, padişahlar kendilerine kartopu oynamayı yakıştıramasalar da, ağalarının kartopu savaşlarını seyrederek teselli olmuşlardır.
Sarayda ilk zürafa
İlyas Ağa’nın daha anlatacak nice hikâyesi vardır. Hele de Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın hediyesi zürafanın saraya gelişi ve nasıl karşılandığı hakkında anlattıkları.
1823-24 yıllarında, Habeşistan’da yakalanan bir zürafa, Mısır’dan deniz yoluyla İstanbul’a gönderilir. Meraklılar, Padişah’ın ülkesinde benzeri bulunmayan bu hayvanı görmek için can atmaktadırlar. Zürafayı iskelede kalabalık bir topluluk karşılar. Enderun ağaları âlâ-yı vâlâ ile Padişah’ın huzuruna çıkartılan zürafayı seyretmek üzere Beşiktaş sahilindeki Çinili Meydan’da toplanırlar. Zürafayı şaşkın gözlerle seyretmekte, bir yandan da Allah’ın kudretine şaşmaktadırlar. Başı öküze, boynu deveye, gövdesi ise kaplana benzeyen bu “beygir”in kimliği, ağalar arasında ciddi tartışmalara yol açmıştır.
Bir başka seferinde ise vahşi hayvanlardan ürkmesiyle meşhur Küpeli Abdi Bey (karlara gömülen şahıs olmalı) zürafa ile birlikte huzura davet edilir. Muzip ağalar, “Kim bu hayvanın üzerine binip onu gezdirirse cennete gider” diyerek hep bir ağızdan Abdi Bey’in zürafaya bindirilmesi için tempo tutarlar. Adamcağız Padişah’ın da tasvibiyle zürafaya bindirilir ama gelin görün ki, çırpınmaya başlayınca hayvan huysuzlanıp deli gibi koşmaya başlar. Abdi Bey’in çığlıkları meydandakilerin kahkahalarına karışırken seyis ardından yetişip zürafayı güç bela durdurur ve zavallı adamı padişahın huzuruna getirir. Ziyadesiyle eğlenen II. Mahmud kendisine yüklü bir ihsanda bulunmuş, Abdi Bey de sonunda zürafanın mübarekliğine ikna olmuştur!
Ne var ki, bu “mübarek” zürafa, İstanbul’un havasından olsa gerek fazla uzun yaşamaz, ertesi yıl hastalanıp ölür. Ne yapılır bu “mübarek hayvan”a? Gömecek halleri yok elbette; içi eczalarla ve pamukla doldurulup itinayla Enderun Hazinesi’ne kaldırılır.
Ne demeli? Osmanlı’nın vefası.
Asık yüzlü tarihin satır aralarından ara sıra bize gülümsemeye çalışan kopuk suretlerdir bunlar. Düşünün, manzaranın tamamında neler yoktu kim bilir?

Bir cevap yazın