• Home
  • Genel
  • Said’in “evi”: Tüten en son ocak

Said’in “evi”: Tüten en son ocak

Said’in “evi”: Tüten en son ocak
20. yüzyılın trajedisi olan Filistin, 21. yüzyıla boğuk seslerle girdi. Trajedi derinleşiyordu. Bu trajediyi ruhunda birkaç misline katlayarak hissedenlerden Edward Said, 200 yıllık sömürgecilik tarihinde “son sömürge” olarak 3. bin yıla adım atan Filistin’den Güney Afrika’daki zenciler veya Vietnamlılar kadar direniş hakkının niçin esirgendiğini sorguluyordu içi kanayarak.
Bir halk, bir adam ve bu adam halkının içinde değil. Sürgündür, evinde değildir, evinde olmayışı üzerine kurduğu söylem, bir yerde evi haline gelmiştir. İçinden ayıltıcı sıvılar sızan kelimelerden, eleştiri şimşeklerinden, kültürün kuştüyü bir yatak değil, bir “enkaz”dan kalan parçalar olduğunu fark eden muhalif söylemlerden ve bir inançtan, bir idealden, halkının ve mazlum halkların hürriyetlerine ve insanca yaşama şartlarına kavuşmaları uğrunda giriştiği mücadeleden örülü bir evdir bu.
Said’in vefatı, sürgünde kurulan bu acı ve umuttan örülü evin nasıl sessizleştiğini gösterdi. Perdelerinden ışıklar sızan son evlerden biri daha karanlığa büründü bu ölümle.
Tabii onu sadece Filistin davasına ve mazlum halkların sesi yapan mücadelesine hapsederek ele almak yanıltıcı olur. Avrupa ve “Batı”nın İslam üzerine attığı ve onu kendi muhayyilesine göre yeniden inşa ettiği bir süreçten söz ediyor ve bunun müsebbibi olarak “Oryantalizm”i görüyordu Said. Gerçi ondan önce Norman Daniel gibi çalışkan ve uyanık allâmeler, daha gösterişsiz bir üslupla Avrupa kültürünün paslı aynasında İslam’ın nasıl çarpıtıldığını göstermişlerdi.
Ne var ki, Said’i önemli yapan husus, bu çarpıtma geleneğini aynı zamanda emperyalizm ve sömürgeciliğin iktidar yapısına raptetmesi olmuştur. Yani bu çarpıtma çabaları, gelişigüzel ve bireysel “hatalar” olmayıp sistematik ve kurumsaldır. Bazı üniversitelerden ve kilise fonlarından desteklenen bu çalışmalar, yönlendirdikleri araştırmacılar eliyle Batı için uygun bir Doğu inşa etmiş ve bu “maskeli Doğu”yu onu sömürmek ve tahakküm altına almak maksadıyla kullanmıştır. Robert Young’ın sözleriyle “Said edebî, tarihî, ilmî izahlardan siyasî, askerî ve emperyal idare izahlarına uzanan birbiriyle yakından ilişkili yazılar ağını ortaya çıkararak birincilerin Şark’ı, ikincilerce sahiplenilmesi için ürettiğini ileri sürer.” Yani Doğu’ya yönelik edebî, tarihî, ilmî izahlar siyasî, askerî ve emperyal idare izahlarına zemin hazırlamış oluyordu. (Hatırlarsanız Cemil Meriç de Oryantalizme “sömürgeciliğin keşif kolu” demişti.)
Bilimsel bilgi ile onun sömürgeci amaçlarla kullanılması arasındaki bu örtük bağlantıyı keşfi ve sağlam örneklerle ortaya koyuşu, Said’i 1978’de kitabının yayınlanmasının ardından sosyal bilimlerde önemli bir yırtılmanın başlangıcına oturtmuş oldu. Foucault’dan beri bilgi nesnesinin her zaman onu temsil, tesis ve sınırlarını tesbit eden bir “söylemsel saha”ya göre şekillendirildiği biliniyordu ama bunun Batı’da Doğu hakkında üretilen bilgi yığınına uygulanması ve bu bilgiyi üretenlerin, emperyalizmin fetihlerine tekaddüm eden bir keşif kolu olarak çalıştıklarının vurgulanması epeyce yeni ve doğrusu epeyce “cesur” bir iddiaydı.
İşte bu cesur deşifre çabası, Oryantalistlerin kıyametleri koparmasına yetti. Bernard Lewis’den Ernest Gellner’e, bir dizi ağır ve hafif Oryantalistin eleştirilerine muhatap oldu Said. Polemik yapmayı seven bir yazardı ve “Siyonist” diye adlandırdığı Michael Walzer’ın “Huruc ve Devrim” (Exodus and Revolution) adlı kitabına yönelttiği eleştirilerle aynı zamanda din olgusunu ne kadar ciddiye aldığını göstermiş oluyordu.
Dikkat ettim, Şahin Alpay’ın Zaman’da çıkan yazısında “laik Said” vurgusu ön plandaydı. Kuşkusuz düz bir okumada bu böyle görünür. Özellikle de bir “müdafaa-i nefs” metni olan o hoş kitabı “Entelektüel”i okuduğunuzda laik bir Said portresinden kaçamazsınız. Ama “Oryantalizm”i dikkatle okuduğunuzda ya da Walzer’la giriştiği polemiklere yakından baktığınızda Said’in dinle olan ilişkisinin görünenden daha karmaşık ve derin olduğu göze çarpar. William D. Hart, Cambridge Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan “Edward Said ve Kültürün Dinî Etkileri”nde (2000), “Said’in dinî bir düşünür olmadığı doğru ama onun dine lakayd kaldığı söylenemez” der. Hart, Said’in kullandığı anlamda laikliğin (secularism) din-sizlik değil, daha çok “din ile özel bir ilişki tarzı” olduğunu vurgular.
Nasıl “Oryantalizm”i bir Batı düşmanlığı ve İslamî cihad abidesi olarak okumak hatalıysa, Said’in laik “entelektüel” görüşünü, Türkiye’deki ucube laiklikle yorumlamak da o kadar hatalı olur.
Bütün bunlar Said’in birçok parçadan müteşekkil düşünce gövdesinin çeşitliliğini aksettiriyor. Çelişkiler var ama bu çelişkilerle yüzleşmek için yola çıkmış bir düşünür de var. Belki de Said’i önemli kılan taraflardan biri, bu parçaların ne kadarını uygun bir tarzda birbirine bağladığından ve daha önce zihinlerde buluşmamış olan uçları buluşturmuş olmasından geliyor. Buluşturamadıklarını ise bize bırakmış görünüyor.
O şimdi sessizleşmiş olan evin bacasını tüttürmeliyiz.

Bir cevap yazın