Sınır

Sınır

Bu yazıyı uyku ile uyanıklığın sınırındayken okuyorsanız eğer, bilin ki aynı saatlerde ben de bir başka sınırın üzerindeyimdir. O saatlerde hayatımda ilk defa ülkemin fizikî sınırlarını cismen aşacak ve komşumuz Azerbaycan topraklarına adım atmış olacağım.

Belki şaşırdınız, belki de önemsemediniz bile. Oysa bunun benim için ne kadar sıradışı bir durum olduğunu bir bilseniz! Düşünün, ilk defa bir gecemi Türkiye sınırlarının dışında, Bakü’de geçireceğim!

Bu, değişen yastığının bile uykusunu lime lime doğradığı, misafirliklerde sabahı faltaşı gibi açılmış gözlerle hastalar kadar sabırsızlıkla bekleyen birisi için tasavvur edilemeyecek kadar müşkil bir durum.

Aslında düşünüyorum da hayatım sınırlarda başlamış zaten.

Ailece Urfalıyız ama babamın memuriyeti yüzünden, Faruk Nafiz’in o nefis deyişiyle “hududdan hududa atılmış” durmuşuz.

Doğduğum yer, o zamanlar Mardin’in, şimdi ise Şırnak’ın sınırları içerisinde kalan Cizre. Tam Suriye sınırında ve Irak sınırına da yakın bir yerleşme olan sevgili Cizre’den bebek denilecek yaşlarda ayrılmışım.

Daha sonra Gaziantep, Bursa ve İstanbul…

Bundan sonraki sınırlarda dolaşma âdetim, kılık değiştiriyor. Artık iç ellerin korunaklı döşeğine uzanmıştım, ne çare ki bu defa da düşünce sınırlarım oynaklaşmıştı. Işık hızıyla (artık o da aşıldı ya) bir kültürden diğerine, tarihten geleceğe, insanlığın en yeni fikrî tartışmalarından en kadimlerine aynı hafta, aynı gün, hatta aynı saat içerisinde savruluyordum.

Bir sırrımı ifşa edeyim hazır yurt dışına gitmişken. (Biliyorsunuz bu bir gelenektir siyasilerimiz arasında: Uçakta dilleri çözülür, en mühim ifşaatları havadayken söylemeyi, bir tür göçebelik geleneği gibi, tercih ederler.)

Mesela iki gündür bir kısmını yuttuğum yazı ve kitaplar şunlar: İtalyan asıllı Amerikan romancısı Italo Calvino’nun Why Read the Classics? (Klasikleri Niçin Okuruz?) adlı kitabından Balzac’ın romanlarını nasıl bir şehri kurar gibi kurduğunu inceleyen denemesini, Kenan Çamurcu’nun İran’daki son siyasî ve fikrî gelişmelerle ilgili kitabı Firuze Köprüde Üçüncü Cumhuriyet’i (Şehir Yayınları), Enver Ziya Karal’ın 1940’ta çıkmış olan Halet Efendi’nin Paris Büyük Elçiliği (1802—1806) adlı incelemesini, Toplumsal Tarih dergisinin son sayısında yer alan Tuna üzerindeki Adakale’nin ilginç mi ilginç hikâyesini (bu hikâyeden bir gün size bahsetmezsem etimde mutlaka şirpençe çıkar!), Justin McCarthy’nin The Ottoman Turks (Osmanlı Türkleri) adını taşıyan kitabından 1566—1789 yıllarını içeren “Destabilization” bölümünü ve nihayet bundan 17 asır önce Diogenes Laertius’un kaleme aldığı Lives of Eminent Philosophers (Meşhur Filozofların Hayatları) adlı eserden Aristo bölümünü…

Aynı gün bu asırlar alan güzergâhta diabolik sıçramalarla yol almak en karşı konulmaz zevkim benim. Çağımın ve ufkumun sınırlarını zorlamak, girdaplara soktuğum başımı çağların uğultularıyla yıkamak, ne yalan söyleyeyim hoşuma gidiyor!

Bu yüzden, belki de bu yaşıma kadar yurt dışına çıkmadığım için kendimi fazla daralmış bulmuyorum. Aksine, belki de yurt dışı iptilasının beni –birçok canlı örneğini çevremizde gördüğümüz gibi— yolumdan saptıracak ya da en azından çelmeleyecek cazip fırsatlarla tanıştırması mümkündü ve ben bugüne kadar ülkem adını verdiğim bu kutsal sığınaktan dışarıyı daha bir güvenle ve kendim kalarak takip etmeyi öğrendiğim için Rabbime şükrediyorum!

Belki tam da benimle aynı yaşta ilk defa yurt dışına çıkan ve tam da bugün vefatının 13. yıldönümünde anılacak olan Cemil Meriç’in, hep sınırlara çarpan dur durak bilmez ilgi çağlayanı bu yüzden sarsıyor beni. Bir semender gibi alevlerin içinde doğdu, onlardan beslendi ve lav parçaları halinde üzerimize püskürttüğü kelimelerle karanlık gecemize işaret fişekleri bıraktı o.

Cemil Meriç, gözlerinin açılmasına ilişkin son ümidini de kaybettiği 1955 yılında bir dergi çıkarmayı planlamaktaydı: Adı Avrasya olacaktı bu derginin. Yazık ki ne yazık! Akim kalmış dergi projesi, Asya ile Avrupa’yı, insan beyninin iki yarım küresini birleştirmeyi hedefliyordu.

Onun “hayâl belde”si olan bu projenin bir bakıma ete kemiğe bürünmüş hali olan yeni bir derginin, Diyalog Avrasya dergisinin tanıtım kokteyline katılmak üzere, tam da onun dergiyi çıkarmaktan vazgeçtiği yaştayken ve tam da 13 yıl önce vefat ettiği günde Bakü’de olacağım nasip olursa.

Siz uykuyla uyanıklık sınırındayken ben Türkiye—Azerbaycan sınırında olacağım. Benim gibi bir sınır adamı olan Cemil Meriç’in Türkiye’de anıldığı saatlerde biz onun yarıda kalmış bu projesinin sınır taşlarını biraz daha ötelere taşıyor olacağız.

Düşünce sınır tanımaz. Sınırlar, vehimlerimizden, korkularımızdan güç alır. Düşünmek, vehim ve korkuları aşmak, sınırları zorlamaktır…

Geçmişin değil, geleceğin vasiyetini yerine getirmek üzere “sınır”da buluşuyoruz.

Bir cevap yazın