Siyaset ve din

Siyaset ve din

Dinin siyasetle ilgisinin dinler içerisinde çeşitli düzeylerde kabul veya reddedildiğini biliyoruz.

En bariz örneğini Hz. İsa’nın “Bir yanağına vurana öbür yanağını çevir” sözünde bulan mustağni tavırdan dinin peygamber-krallarla özdeşleştirildiği Yahudilik’teki müdâhil tavra kadar uzanan bir tayfta şekillenir dinlerin siyasetle ilişkisi. Ne var ki, siyasete en uzak olduğunu söyleyen ve bunu pratikte de ispat eden dinler bile başka türden bir siyasetin (pasif siyaset) içerisinde olmuşlardır daima.

Demek ki, siyaset, hayatın birçok alanlarını nasıl etkiliyorsa, toplumla zorunlu olarak münasebettar olmalarından dolayı dinlerle de yakın bir etkileşim içindedir. Hele hele daha en başından itibaren adına ancak tırnak içinde ‘devlet’ diyebileceğimiz bir toplumsal dayanışma organizasyonunu hedeflemiş olan İslam’ın siyasetle sıcak bir temas halinde olması hiç de yadırganacak bir durum değil.

Hıristiyanlık, bir başka güçlü imparatorluğun içine doğdu. Bundan dolayı ona uyum sağlamak ve pasif bir direnişle onu dönüştürmek, temel siyaseti oldu. Uzun yıllar ezilmiş, horlanmış ve işkence görmüş bir dinin önde gelenleri, Hıristiyanlığın resmen kabul edilmesiyle iktidara susamışlığını bütün topluma egemen olan, giderek tahakküm eden bir çizgiye taşıyacak, bunun adı da teokrasi olacaktı. Teokrasi, yani dinin devleti ve toplumu bir zarf gibi kuşattığı yönetim. Weber’in deyişiyle söylersek, Protestanlık, devleti ilâhî bir kurum yapmış, dolayısıyla şiddeti, bir araç olarak tam bir meşruluğa kavuşturmuştur. Otoriter modern devlet, meşruluğunu Protestanlığa borçludur.

İslam’da ise devlet, neredeyse baştan verili bir şeydir. İslam’ın ilk hedefi, Allah’ın dinini maddî bir güvence altına alacak haricî bir zarf oluşturmak, inancın etrafını giderek genişleyen bir surla çevirmekti. Böylece devletin ya da siyasetin dinin ilk adımlarıyla birlikte oluşması, bir yandan siyasetin dinle çok sıcak bir temas noktası bulmasına yararken, öbür yandan dinin topluma, Hıristiyanlık’ta olduğu gibi egemen olma, devleti ele geçirme gibi bir motivasyona kapılmasını engelliyordu. Dinin bu cemaat organizasyonunun tekamül etmiş yapısı ile doğuştan bir aradalığı, İslam’ın devlete bakışını hem siyasileştirmiş, hem de siyaseti daha büyük bir bütünün, dinî hassasiyetin canlı atmosferinin içerisine yerleştirmiştir. Yine Weber, Hıristiyanlık içerisinde ancak Kalvinizmin, şiddeti inancın korunmasında vazgeçilmez bir araç konumuna yükseltmesini İslam’ın baştan beri hayatın bir parçası kabul ettiği cihadı asırlar sonra anlayabilmiş olmasına bağlar.

Tam bu noktada, dinlerin siyasetle ilişkileri derin bir soruyla sarsılır: Dinin mutlak bir dille iyi ve gerekli olduğunu beyan ettiği amaç, siyasetçinin elinde toplumun diğer üyelerinin çıkarlarıyla çatışır bir konuma düşerse nasıl davranılacaktır? Bu gaye için şiddet kullanmak başkalarına zarar veriyorsa ne olacaktır? Ve dinen doğruluğu garanti edilen gayelere giden araçlar, her ne olursa olsun meşru kabul edilebilir mi?

Biraz açalım isterseniz: Saltanat döneminde bir şehzadenin nizâm-ı âlemin devamı ve daha fazla Müslüman kanı dökülmesin diye boğdurulması siyaseten doğru bir karardır, fakat ahlâken kesinlikle bağışlanamaz; dinen de tecvîz edilemez. Bu durumda hangi alanın otoritesi hükmünü icra edecektir? Dostoyevski gibi, ‘Bir çocuğun kulağını çekerek onu üzmektense bir insanın idamına razıyım.’ diyebilirsiniz ya da tersine, sorunu niceliğe döküp ‘Bir çocuğun öldürülmesi, pek çok Müslüman kanı dökülmesinden yeğdir’ diye de düşünebilirsiniz. Ancak burada dikkat etmemiz gereken, her iki durumda da ‘nereden’, ‘hangi alandan’ konuştuğumuzdur. Siyaset alanında mıyız yoksa din ve ahlâk alanında mı?

Bu can sıkıcı soruya vereceğimiz cevap önemli çünkü…

16 Eylül 1997, Salı

Bir yanıt yazın