• Home
  • Genel
  • St. Petersburg’un gördüğü rüya

St. Petersburg’un gördüğü rüya

St. Petersburg’un gördüğü rüya

Şehri beraber gezdiğimiz genç Timofey bir ara parmağıyla taştan bir köprüyü işaret ediyor. “İşte”, diyor “Dostoyevski’nin ‘Beyaz Geceler’inde geçen ünlü köprü bu”. Bakışlarım parmağın gösterdiği yere doğru kayarken zihnimde Dostoyevski’nin, her sabah St. Petersburg’un evleriyle sohbet ederek dolaşan kahramanı canlanıveriyor. Onun, evlerin hallerini hatırlarını sorarak gezdiği bu sokaklara şimdi benim Türkiye’den getirdiğim hafıza tozları mı serpilecekti?

İki St. Petersburg olduğunu gün geçtikçe daha iyi anladım sokaklarını adımlarken. Birincisi, işte şu karşımda duran saray, şu Puşkin’in oturduğu son ev, şu dört atın beklediği Fontanka Köprüsü, şu duvarlarındaki sembollerle benimle konuşan kilise… İkinci St. Petersburg çok daha derinlere nüfuz eden bir özelliğe sahip; binaların soğukluğunu aşan ve onları evrensel bir sempatiye doğru taşıyan daha “sıcak” bir şeyler bulunduruyor içinde. Bu St. Petersburg, şehrin hafızaya nakşolmuş boyutu; anlam katları; derinliği; ruhu bir bakıma. Edebiyat diyoruz buna, sanat diyoruz, insanlığın evrensel dili diyoruz. Mesela Gogol’ün “Nevski Caddesi” adlı hikâyesinde geçen “şehrin izleri”ni odak alan satırlar: “Ne temizdir kaldırımlar ve ne kadar çok ayak izi kalmıştır üzerlerinde! Altında koca granitin çatlayacak gibi olduğu, emekli askerin sarsak, kirli çizmeleri; güneşe dönen bir günebakan gibi başını ışıl ışıl vitrinlere çeviren genç hanımın, bir duman kadar hafif, minyatür iskarpinleri; yüzeyi sertçe tırmalayan, umutlu genç zabitin sert adımları –her şeyin izi kalır üzerinde, güçlülüğün gücüyle ya da zayıflığın gücüyle.”

Bu satırları tabii ki St. Petersburg’da okumak bambaşka bir anlama geliyor. Orada, elimde kitapla sokaklarda dolaşmak, hem görmek, hem de gördüklerimin içine nüfuz edeceğim bir bilgiyle donanmak, hasılı bu iki tecrübeyi bir arada yaşamak gerçekten de verimli sonuçlar doğurdu benim açımdan.

Bir kere St. Petersburg, modernizmin Doğu’da açan çiçeğidir. Bir şeyi tamamen yeni baştan kurmak ve oraya kurucunun niyet ve idealini yansıtmak, yani geçmişle ilgili her türlü birikimi dışarıda tutarak, en azından paranteze alarak bu ideali gerçekleştirmeye çalışmak, modernizmin esasını oluşturur. Nitekim St. Petersburg’u kuran I. Petro da, şehirde “eski”yi temsil eden Moskova tarzı mimariyi yasaklamış ve daha “Avrupai” bir şehir kurmayı tasarlamıştı. St. Petersburg, Puşkin’in ünlü “Bronz Atlı” şiirinde geçtiği gibi Rusya’nın “Avrupa’ya açılan penceresi” olarak planlanmıştı.

İkinci olarak da St. Petersburg, kendine olan güveni arttıkça, Rusların sadece Avrupa’yı taklit ettikleri bir kültür merkezi olma noktasını aşarak, Avrupalıları pek çok alanda geride bıraktıklarına ve bir Doğu–Batı sentezinin ancak kendileri tarafından yapılabileceğine inanan güçlü bir damara ev sahipliği yapmıştır. Ezcümle, Avrupa’ya gerçek medeniyetin ne olduğunu gösterecekleri iddiasındaki bir neslin yuvası olmuştur St. Petersburg.

Böylesine güçlü bir iddiayı sadece sözde kalmayarak fiiliyata da geçiren St. Petersburg’un öz güveni, ortaya konulan pek çok mimari eserde kendini başarıyla göstermiş, bu şehrin sokaklarında; kahvelerinde, müzelerinde, evlerinde, salonlarında, sahnelerinde gücünü bileme fırsatını yakalamıştı. Puşkin’den Osip Mandelştam’a uzanan çizgide St. Petersburg hep bu büyük rüyanın başaktörü olarak yeniden ve yeniden doğacaktır.

Sanata akseden bu şehir, ebediyetin de rüyasını görmeye başlayacak ve sokaklarındaki büyüyü sayfalara, yani şehrin hafızasına aksettirerek insanlığın ufuklarındaki haklı yerini alacaktır. Şehri hep yapılan bir şey, plastik bir malzeme olarak değerlendirme alışkanlığındayızdır. Oysa şehirler bir kez içlerine üflenen ruhu kavradılar mı, o ruhun emrettiği rüyaları gerçeğe dönüştürmekte üstlerine yoktur. İşte beni bir süredir içine alıp yoğuran St. Petersburg, bu rüyayı gerçeğe dönüştüren ve sadece taşa toprağa emanet etmeyip sanatın ebedî diline de çevirmeyi başaran bir şehir.

21.05.2002

Bir cevap yazın