Tarihi yorumlamak
Dikkat ediyorum da, eş dostla ne zaman şöyle koyu bir ‘N’olacak bu memleketin hali’ muhabbetine koyulsak hemen tarihe atıflarla birlikte hararetleniyor ortam ve tartışmaların ardı arkası kesilmiyor. Aslında tarihe alışageldiğimiz tarzda bakarsak örsle çekiç arasına sıkıştırmaya çabaladığımız meseleyi çözmekte zorlanırmışız, tarihe farklı, alternatif bakışlar yöneltebilmeliymişiz, resmi tarihe değil, gerçek (çoğunlukla gayri resmi anlamında kullanılıyor bu kelime) tarihe eğildiğimizde bugüne kadar bize belletilenlerden büsbütün farklı portreler ağacakmış önümüze vs. Sohbetlerin bu kadar kolayca meraret kesbetmesine sebep olan tarihle ilgili bu muğlak zeminin hemen birbirine taban tabana zıt yorumlara açık olmasının anlaşılır sebepleri var şüphesiz. Neticede tarih kitaplarında yazılanlar, sizin benim gibi birtakım insanlar tarafından kurulan (inşa edilen), hatta kurgulanan, belki de asıl büyük cazibesini kurgulanmış olmasından alan üretilmiş bir yorumudur tarihin. Bu sebepledir ki Herder, “Tarih bir şiirdir.” diyebilmiştir.
Tarihin içerisinden bu birbirinden farklı yorumların türetilebilmesinin hikmeti, İngiliz arkeolog, tarihçi ve filozofu R. G. Collingwood’un (1889-1943) ilgilendiği ana meselelerden biri olmuştur. Kendi geliştirdiği ve ömrü boyunca yeni katkılarla zenginleştirdiği bir soru-cevap mantığı sayesinde tarihe sorduğumuz sorulara göre cevaplar aldığımızı, bu nedenle de herkesin kafasındaki soruya tarihin bir şekilde cevap üretebildiğini fark ediyor. Londra’daki bir anıttan söz eder bize Collingwood. Her gördüğünde tüylerini diken diken eden ‘çarpık çurpuk, yoz ve iğrenç bir anıttır bu. Bakmaya bile tahammülü kalmaz genç tarihçinin ona. Fakat sonra şöyle düşünmeye başlar: Böylesine apaçık, reddedilemeyecek ve savunulamayacak kadar kötü bir şeyi neden yapmış olabilir heykeltraş? Acaba bu sanatçı kendince güzel bir şey mi ortaya koymak istemişti de, bunu başaramamıştı; yoksa onun amaçladığı bir şey miydi bu kötü eser? Onu iğrenç bulması bir yanılgı olamaz mıydı?
Bu soruların cevap arayışları sonradan kafasında şu düşünceleri doğurmuştur: Bir kişinin ne demek istediğini yalnızca sözlü ve yazılı beyanlarını inceleyerek değil, cevaplandırmaya çalıştığı sorunun (onun aklındaki ve onun bizim aklımızda olduğunu varsaydığı sorunun) ne olduğunu bilmek suretiyle bulabilecektik. Başka bir deyişle tarihteki ve sanat tarihindeki faillerin (özne) o eylemi, kararı, emri veya eseri ortaya koymalarındaki maksadı ancak o maksada paralel bir soruyla çözebilir ve anlayabiliriz. Aksi halde ortaoyunlarında yahut Karagöz’de örneklerini bolca gördüğümüz yanlış anlamalar yahut soru ile cevap arasındaki mantıki bağın tahrif edildiği gülünçlükler yaşanması mukadderdir tarihte.
Bir yazarın yahut mimarın veya komutanın eseri meydana getirirken ya da emri verirken kafasındaki meselenin ne olduğunu, hangi maksada mebni olarak böyle davrandığını açıkladığı, pek rastlanan bir durum değildir. Mesela Sezar’ın iki yıl art arda Britanya’ya akınlar düzenlemesinin sebepleri bilinmiyor. Tıpkı Timur’un Osmanlılar’ı Ankara Savaşı’nda yendikten sonra Balkanlar’a geçmeyi ve Anadolu’da kalmayı neden düşünmediğinde olduğu gibi tarihte birçok cevaplanamamış sorunun kökeninde, faillerin bu kararı verirken zihinlerinde çözmeye çalıştıkları soruların neler olduğunun bilinmemesi yatmaktadır. Bunları ancak onların kafalarındaki sorunların ne olduğunu çözebilir ve biz de benzer bir soruyla konuya yaklaşabilirsek anlayabiliriz.
Collingwood, tarihin ölü bir geçmiş olduğu yolundaki yaygın anlayışın da karşısındadır. İncelenmeye değer bulunan her konu, bir şekilde yaşıyordur ve bizi ‘ilgilendirmektedir’. Tarihin aslında bir düşünce tarihinden ibaret olduğunu söyleyen ve tarihteki eylemleri onları gerçekleştirenlerin düşüncesine bağlayarak çözmeyi deneyen Collingwood, “Tarihi bilgi, günümüz düşünceleri bağlamı içinde bir kapçığa kapatılmış geçmişteki bir düşüncenin yeniden kurulmasıdır.” derken, yazımızın başlangıcında sözünü ettiğimiz tarihin bir inşa olduğu görüşünü teyit etmektedir.
“Tarihte baş ve son yoktur.” diyerek tarihi su geçirmez bölmelere ayırmanın anlamsızlığına değinen Collingwood’un burada kaba hatlarıyla sunabildiğimiz yaklaşımları tarih üzerine yeniden ciddi ciddi düşünmemizi gerektirecek kadar önemli görünüyor bana.
Not: Collingwood’un iki kitabı tercüme edildi dilimize. Birincisi temel eserlerinden olan Tarih Tasarımı (Ara Yayıncılık 1990). Diğeri ise bu yazıda yararlandığım Bir Özyaşamöyküsü (Yapı Kredi 1996).
Sarmaşık
Dikey çatışma ve toplumla ulaşamayan demokrasimiz Demokrasinin bir uzlaşma rejimi olduğundan sık sık söz edilir ya, demokratikleşmiş ülkelerde demokrasinin nasıl iflah olmaz bir ölüm cenderesine sıkışmışlığın sonucunda razı olunan bir ‘sıtma’ olduğu çok az insanın bildiği bir şeydir. Batı’nın demokrasi tecrübesinin arkasında kardeşin kardeşi boğazladığı büyük bir kan gölü durmaktadır. Garip bir şekilde barış ve uzlaşma rejimi olarak kabul edilen demokrasinin toprağı kanla sulanmıştır.
Albert O. Hirschman, Gericiliğin Retoriği’nde şu ilginç satırlara yer veriyor: “Modern çoğulcu rejimler.. “temel değerler” üzerinde önceden var olan geniş bir konsensus nedeniyle değil, uzun bir dönem birbirinin gırtlağına sarılmış farklı grupların birbirine üstünlük sağlayamayacaklarını karşılıklı olarak kabul etmek zorunda kalmaları nedeniyle varolmuşlardır. Çoğulculuğun hoşgörü ve onayı, birbirine şiddetle düşman gruplar arasında ortaya çıkan bir yensememe durumunun sonucu”dur.
Oysa Türkiye’nin böylesine bir iç savaşa düşmeden demokrasiye geçme şansı var; ancak bu şans öylesine hoyratça ve müsrifçe harcanıyor ki, insan hayret ediyor. Uzlaşma, farklılıkları tek bir potada eriterek gerçekleştirilmek isteniyor bizde. Herkes tezlerini bir yana bıraksın ve karşısındakine teslim olsun isteniyor. Oysa tezlerinin geri çekilmesi ve silahların teslimi değildir burada söz konusu olan. Herkes kendi tezlerini yine aynı şevk ve heyecanla savunmalı; ama karşısındaki tezlerin de aynı şevk ve heyecanla savunulmasının demokrasinin temel özelliği olduğunun bilincine varmalı.
Diyalog ve müzakere kapılarının açık olması, en azından bir güvencedir demokrasi için. Türkiye toplumsal hayat itibariyle bunu gerçekleştirmiş bir ülkedir. Toplumsal plandaki bu şansımızı iktidar hesaplarına kurban edişimizdir bütün mesele. Batı’dakinden çok daha hafif seyreden toplumsal gerginlik, toplumdaki eğilimlerin siyasete tam olarak yansıyamaması nedeniyle siyaset ile toplumun arası açılmakta ve bu da yatay (toplumsal kesimler arasındaki) değil, dikey (toplumla muktedirler arasındaki) çatışma artmaktadır.
Dikey çatışmayı yatay gerilim haline döndürmedikçe bu kısır döngü bitecek gibi görünmüyor bana.