Tarihin nabzını tutmak

Tarihin nabzını tutmak
Osmanlı tarihi hakkında en yaygın kanaat şöyle özetlenebilir: Söğüt yaylalarındaki bir aşiretten bir buçuk asırda büyük bir cihan devleti ortaya çıkmış, İstanbul’u fethettikten sonra Kanuni devrinde ihtişamının zirvesine tırmanmış ve duraklama, derken İkinci Viyana Seferi’nin bozguna dönüşmesiyle gerilemeye başlamış, bu gerileme yalnız siyasi ve askeri alanlarda kalmamış, medeniyetin hemen bütün alanlarında birden meydana gelmiş ve malum akıbete duçar olmuştur. Bu tablo, ufak tefek değişikliklerle sağdan olsun, soldan olsun ortak kabul görmüştür.

Sağ/muhafazakar bakış altın çağı (Kanuni dönemini) eksene alıp “Niçin geriledik?” diye kafa yorarken, Batıcı/solcu bakış, tersinden, “Niçin Batı’ya ayak uyduramadık?” şeklinde koymaktadır meseleyi. Bu, aslında bizim topraklarımızda Batı’dakinden çok farklı dinamiklere istinat eden siyasi, sosyal ve kültürel oluşumu göz ardı eden ve bakışları, asıl hedefinden saptırarak tabloyu bulanıklaştıran bir zihni karışıklığın eseridir. Bir taraf “gerileme” dönemi diye adlandırılan tarih kesitinin iç mantığına ve önceki dönemlerden neleri alıp neleri değiştirdiğine bakacağına, bunun yanında aynı zaman diliminde dünyadaki gelişmelerle kendi durumunu mukayese edeceğine, İbn Haldun’u da sathi yorumlayarak devletin doğup gelişeceğini ve bir gün ölmesinin mukadder olduğunu iddia etmektedir. Öbür tarafın tezi ise daha dobra: Zamanında Batılılaşamadığımız için battık! Oysa bu tez de iç dinamiklerle vücuda gelen yenilikler ile Batılılaşma hareketlerini özdeşleştirme yanılgısına düşmekte ve yine yaklaşık 250 yıllık bir tarihi tek kalemde mahkum etmektedir.

Tarihe böyle bakılmaz. Tarih böyle okunmaz; okunmamalı da. Yüzlerce nesil insanın son derece karmaşık ilişkiler yumağı, böyle bir sathi bakışın mihrabında kurban edilemez. Gerçekten tarihi anlamak ise muradımız, tarihteki bütün anların bize eşit uzaklıkta olduğunu, her bir anın, içinde taşıdığı zenginlikleri ballı bir meyve gibi dışarıya taşırmaya hazır olduğunu fark etmek en önemli adımdır.

Ben şahsen tarihin dehlizlerinde takılıp kalmış gölgelere daha yakın hissederim kendimi. Çok fazla ortaya çıkmış ve dönemine egemen olmuş tiplerden ziyade aynı dönemi farklı bir boyutta, fark edilmeyecek kadar silik bir boyutta yaşayan susturulmuş gölgelere özel bir ilgim vardır. Belki de Nietzsche’nin sarsıcı aforizmasının çok fazla etkisinde kalmış olmamdan: “Tarih, aynı zamanda yenik düşmüş eğilim ve düşüncelerin sessizliğe bürünmüşlüğünün de tarihidir.” Bu açıdan tarihi yalnız anlatılan ve söze dökülmüş olan bir hikaye gibi değil, söze bürünmemiş veya sözlerin satır aralarına gizlenmiş olan hikayeler şeklinde de okumak gerekir. Mesela Fatih Sultan Mehmed’in bir tür YÖK uygulaması olan bağımsız vakıf medreselerini tek elde toplama ve bir hiyerarşiye oturtma girişimleri egemen okumadır ancak Cornell Fleischer’in dikkatimizi çektiği üzere, aynı dönemde sırf bu tatbikat yüzünden medreseden ayrılıp ücra bir camide ders vermeyi, böylece iktidardan uzak durmayı seçen Süruri örneğinde görüldüğü gibi aynı dönemin farklı ve silikleştirilmiş bir yüzü daha vardır ve bu da tarihtir.

Velhasıl tarihi keyfi olarak seçilen bir duruş noktasından yargılamak yerine içinden anlayarak, aynı zamanda muasırı olduğu dünya tarihi içine yerleştirerek değerlendirmek durumundayız. Ancak bu yolladır ki, hem tarihin içindeki balı tadabilir, hem de onun karanlıkta kalmış yüzü ayan olur gözümüze.

Bütün genellemeciliğine rağmen, incelediği tarihin nabız vuruşlarını hissetmiş olan ve bizlere de hissettiren daha iyi bir hoca bulmak için uzağa gitmeye ne hacet? İbn Haldun’u bu gözle okumak yeterli olacaktır ifade-i meramımı anlamak için…

Matbaanın geç gelmesi ve taassup

Tarih hakkındaki bir başka yaygın ama yanlış bilgi, matbaanın Osmanlı’ya 300 yıl geç girmesine ulemanın ve dindarların sebep olduğudur. Kanuni devrinden sonra, demektedir bu iddia sahipleri, Osmanlı’da dini taassup artmış ve yenilikleri sistematik olarak engellemiştir. Nitekim, demektedirler, Osmanlı’da halkın uyanış ve ayaklanmasını gerçekleştirecek bir yenilik olan matbaa, ulema tarafından ‘dini gerekçeler’le geciktirilmiş ve halk cahil bıraktırılmıştır.

Oysa tarihte bir yeniliğin ortaya çıkması veya kabul ve reddinin çok daha temel ve derin birtakım nedenlerinin olması gerekmez mi?

Nitekim matbaanın İbrahim Müteferrika ve Said Efendi’nin girişimleriyle 1727’de kurulması ve ilk kitabın 1729’da basılması hadisesinde de benzer bir yüzeysel yaklaşım hakimdir literatüre. Oysa matbaa gelmiştir de gümrükten mi çevrilmiştir fetvalarla? Hayır. Bilakis Şeyhülislam Abdullah Efendi’nin fetva metninde olsun, ilk kitap olan Vankulu Lügati’nin başına takrizler yazan ulemanın yazılarında olsun bırakın matbaayı kötüleyen tek bir satıra rastlamayı, tam tersine, onun faydaları üzerine avami bir tabirle ‘döktürmüşlerdir.’ Bana inanmıyorsanız Niyazi Berkes’e sorun:

“Gerçekte ise ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren bir delil yoktur. Şeyhülislam Abdullah Efendi fetvayı hemen vermiş, ulemadan on bir kişi (dikkat buyurulsun: 11 alim-M.A.) ilk kitabın başına konan “takriz”ler yazmışlardır. Bunlarda kitap basmanın şeriata aykırılığından hiç söz edilmemektedir. Matbaa açıldıktan sonra da Şeyhülislam Abdullah Efendi, İbrahim Müteferrika’ya basılmasını gerekli saydığı iki kitabı da salık vermiştir. Matbaanın tashih işlerine bakmak üzere.. ulemadan üçü kadı, biri Mevlevi şeyhi olan dört kişi memur edilmiştir. Matbaa açıldıktan ve işe başladıktan sonra da ulema ocağından bir karşı koyma gelmediği gibi, kısa süre sonra çıkan Patrona Ayaklanması’nda da matbaaya karşı bir istek ileri sürülmemiş, matbaayı kapatma gibi bir olay da hiçbir yerde kaydedilmemiştir.”

Sanırım mesele epeyce aydınlandı. İyi de, ulemanın karşı çıktığı, hattatların yürüyüş yapıp ayaklandıkları, bundan ürken yöneticilerin ise dini kitapları basmayı yasakladıkları şayiası nereden çıkmış olabilir? Berkes’in buna da cevabı oldukça net: Bu rivayet, bir Katolik rahibi olan Karacson’un, bir Macar asilzadesi olan ve o yıllarda İstanbul’da bulunan Czézarnak’tan tahrif ederek aktardığı satırlara dayanmaktadır. Hepsi bu iki Katoliğin rivayetinden çıkmakta ve bütün bir yenilik tarihini bu iki birbirinden zayıf raviden yola çıkarak yazmaktaymışız.

Yine Berkes’e kulak verelim: “(Czezarnak’ın) matbaacılık aleyhindeki akımları anışı ilgi çekici olmakla beraber, bu işte ileri sürdüğü mütalaalarının da (hattatların protesto ettiği ve saire) doğruluğu araştırılmadan bizim de kabullendiğimiz hükümlerdir. Bu hükümler doğru olsa bile, o zaman Türkiye’de bulunan yabancılar arasında dolaşan ve “Türklerin yeniliklere düşman olduğu” yolundaki genel hükümlerden onun da haberli olduğunu düşünürsek, bu kadarının bilmesinde de bir fevkaladelik yoktur.”

Müslüman ulemayı ve dini taassubumuzu suçlarken kullandığımız argümanı dilimize dolayanın biri rahip, iki Katolik olduğunu öğrendikten sonra da hala matbaanın gericiler yüzünden geç kaldığını söylerseniz vebali boynunuzadır, benden söylemesi!

Düşünen siyaset

Osmanlı, tarih, matbaa derken önemli bir yayını duyurmayı unutacaktım az daha. Ankara’daki cevval gençlerin giderek kararan mağaramıza yaktıkları bir çerağ olan Düşünen Siyaset adlı dergi, Şubat 99 sayısıyla yayınına başladı. Kapak konusunun krize ayrıldığı bu cidden seviyeli dergiyi ekonomik krize rağmen çıkartan arkadaşları kutluyor ve başarılarının devamını diliyorum. (Muhtevasıyla ilgili daha önce A. Turan Alkan ağabey yazdığı için konuyu şimdilik meskut geçiyorum.) İsteme adresi: Atatürk Bulvarı 105/812 Kızılay / Ankara, Tel: (0312) 213 88 37.

Bir yanıt yazın