Tarihin sürpriz yağmurları

Tarihin sürpriz yağmurları
Sürpriz yağmuru diner mi hayatın? Uçurumlar zirve olur bir anda, zirveler uçurum. Beşiğin mezara dönüktür ağzı, mezarın da beşiğe. Ritmi hayatın, soluk alıp verir tarihlerin sararmış sayfalarında. Kulağımızı açtığımızda, tarihin puslu aynasında düşman zannettiklerimizin içerisinde dostların, dost zannettiklerimizin içerisinde de düşmanların gölgelerinin tarandığına şahit oluruz.
Mesela mı? İşte monoblok bir gövde gibi gördüğümüz Haçlı Seferleri’nden günümüze ağan sarsıcı bir sahne:
13. yüzyılda Müslümanları Mukaddes Topraklar’dan kovmak için düzenlenen bir Haçlı Seferi’ne tam 95 bin küçük Hıristiyan çocuğun katılmış olduğunu yazıyor tarihler. Bunlar ellerinde kılıç ve mızrak tutamayacak kadar küçük çocuklardı. Bu “çocuk kategorisindeki Haçlı ordusu”ndan 40 bini Alpleri geçerken telef oldu. Kalan 45 bin çocuk ise Müslüman kuvvetleri tarafından esir alınıp İslam’ın genişleyen nüfus denizine bir dalga olarak karışıp gittiler.
Tamam, bu, İslam tarihinin en büyük ihtida olaylarından birisidir de, Ortadoğu nüfus profili içinde bu çocukların neslinden gelenler nerelerdedir? Hangi Müslüman gözlerinin içinden bize bakmaktadır 13. yüzyılın bu “çocuk Haçlıları”?
Ne demişler: “Ne oldum deme, ne olacağım de.” Bu defa tersinden bir örnek vererek madalyonun tersini çevirmeyi deneyelim.
Yıl 1822’dir, Osmanlı toprakları mezada çıkarılmıştır. Gerçi alanlara biraz tuzluya mal olmaktadır ama Ruslardan Fransız ve İngilizlere kadar iştahını kabartmış bekleyenler eksik olmaz Osmanlı topraklarının başından. Nihayet Yunan bağımsızlık savaşının fitili ateşlenir. Avrupa’dan gönüllüler yardımına koşar Yunanlıların. Aralarında Fransız subayları da vardır.
Korint’i, son komutan Salih Ağa savunmaktadır. Konağa kadar giren âsiler Salih Ağa’yı boğup öldürdükten sonra hanımının üzerine yürürler. Yaralı kadıncağız, kollarında tuttuğu çocuğu teslim etmemek için odadan odaya ciğerleri paralayan feryatlar bırakarak koşmaktadır. Bir ara konağın penceresine dayanır. Çocuğunu canilerin elinden kurtarabilmek için pencereden dışarı uzatmış, dehşet içinde üzerine gelenleri kollamaktadır. Yunanlılar üzerine atılınca çocuk kadının ellerinden kayar ve… aşağıda olan biteni seyretmekte olan Albert De Helbich adlı Fransız ordusuna mensup bir Alman kökenli subayın kucağına düşer. Annesinin çocuğun ardından son sözleri, “Mehmedim!” olur.
Subay, bu 5 yaşındaki yavruyu koruması altına alır. Bölgeye bir Yunan hayranı olarak gelen subay, katliamı gördükten sonra Yunanlılardan nefret eder olmuştur. Mehmet, subayla birlikte Fransa’ya gelir ve kendisini bekleyen yeni hayattan bihaber olarak hayatının çizdiği yumağın içine dolanır, durur. Toulon Tersane komutanına takdim edilir, o da çocuğu resmen De Helbich’in üzerine geçirir.
Hadiseler bir film şeridini andırsa da, yaşanmışlıktan alır gücünü. Subay günün birinde memleketini ziyarete giderken Lyon şehrinden geçer. Orada bulunan Orleans Düşesi’ni ziyaret etmek gelir aklına. Mehmet’i Düşes’in yakınlarından Madam de Dolomieu’ye teslim eder. Kraliyet ailesiyle yakınlığı ile bilinen Madam, çocuğu ileride Fransa kralı olacak olan Louis Phillipe ve kız kardeşi Adelaide’ye takdim eder. Onlar da Mehmet’in vaftiz babası ve annesi olurlar. Adı da artık Theophile Louis Henri’dir.
Mehmet henüz koleje gidecek yaşta değildir. Bu yüzden kibar çocukların kaldığı bir yurda yerleştirilir. Güzelliği ve asaletiyle görenleri hayran eder kendisine. Tatil olunca kralın özel arabası gelir, Mehmet’i saraya götürür, orada kralın oğullarıyla oyunlar oynar. Yıllar yılları kovalar ve bizim Mehmet, Deniz Harp Okulu’na girmeyi başarır. 2. sınıftayken Doğu’ya ilk seyahatine çıkar. Köklerine dönüş yolculuğudur bu bir bakıma. Babasının bir zamanlar kahramanca savunduğu Korint şehrine uğrar, onun öldürüldüğü evi ziyaret ederek çocukluk hatıralarını tazeler. Dönüşte, babasının ismini soyadı olarak almak fikri uyanır zihninde. Krala ricada bulunur. Tabii Salih’i Fransızca telaffuz etmek zordur. Ama çözüm bulunur: Salih değil, Saly olacaktır Mehmet’in soyadı.
Mehmedimiz artık 25-26 yaşlarındadır ve bahriye üniformasıyla salonlarda göz kamaştırmaktadır. Bir akşam sarayda verilen baloya aniden girince etrafına üşüşürler. Prenses Adelaide herkesin içinde Mehmet’in güzellik ve kibarlığından iftiharla söz eder. Bununla da yetinmeyerek Mehmet’e, kendisi öldükten sonra verilmek üzere yılda 3 bin franklık bir gelir bırakır. Sarışın bir Fransız kızıyla evlenen Mehmet’in 2 çocuğu dünyaya gelir. Fakat bu sırada kader ağlarını örmekte ne kadar mahir olduğu gösterir ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’nin müttefiki olarak Rusya’ya savaş açtığı Kırım Harbi patlak verir (1855).
Mehmet, “Le Sesostris” adlı geminin komutanı sıfatıyla Çanakkale Boğazı’ndan geçerek başkent İstanbul önlerindedir. Gemisi Boğaziçi’nden Karadeniz’e doğru süzülürken, kaptan köşkünde kimbilir hangi kalp çarpıntıları boğmuştur Mehmet’in gönlünü! Yıllar sonra ana vatanına, babasının yarım bıraktığı savunma görevini yerine getirmek üzere dönmesi, onu alabildiğine coşturmuş olmalı ki, Sivastopol önünde ‘yatan’ gemisiyle Rus savunmasına ecel terleri döktürmesi üzerine terfi eder. Emekli olduktan sonra Paris yakınlarında sakin bir kasabaya çekilir ve orada ölür (1884). Oğlu Gaston Saly, babasının mezar taşına Türk olduğunu unutturmamak için bir hilal ve mesleğini hatırlatmak için de bir gemi çıpası kazdırmıştır.
Bitmedi. Fransız Akademisi’nin tarihine de girmiştir bizim Mehmet. 1932 yılında Akademi’nin “Fazilet Ödülü”nü dağıtan Duc de la Force, Mehmet’in kız torununu, 8 öksüz yeğenine bakmak için gösterdiği olağanüstü fedakârlıktan dolayı överek yad etmiştir. Bu Türk kızının fedakârlığı o kadar sarsmıştır ki Fransız kamuoyunu, Fransız Akademisi, “yılın insanı” ödüllerinden birine Theophile Saly zannettikleri Salih Ağa oğlu Mehmet’in torununu layık görmüştür.
Tarihin aynasındaki pusları delen gözlere sahip olabilmek ne büyük saadettir dostlar!

Bir cevap yazın