Bana tarihini anlat, sana kim olduğunu söyleyeyim!
Geçtiğimiz 28 Haziran akşamı, yorgunluğun ipimi çekmek üzere olduğu bir anda girebildim eve. Yemek, şu bu derken kumandayla yerli yabancı kanallar arasındaki mahut kovalamacam başladı. Maksat biraz zihnimi dağıtmaktı. Bir ara BBCWorld’a takıldı gözlerim. Karanlık bir limanda zar zor görünen yelkenli gemiler ara sıra çatapat ateş ederek geçiyorlardı ekrandan. Önce bir film oynuyor zannettim ama bu bir haber kanalı; film oynatmaz. Öyleyse?
Ekrandaki altyazıyı okuyunca ayılıyorum: “Trafalgar Savaşı’nın 200. yıldönümü dolayısıyla savaş yeniden canlandırılıyor.” Canlı yayında gemiler birbirine zamanın toplarıyla ateş ededursun, kameralar sahilde biriken mahşerî kalabalığa çevrilince dudaklarım uçukluyor. Tamı tamına 250 bin insan toplanmış Atlantik Okyanusu’na bakan Trafalgar Limanı’nda ve modern Avrupa’yı açan savaşlardan birisinin temsilini heyecan ve coşkuyla izliyorlarmış. Napolyon’un heyulasını İngiliz emperyalizminin ensesinden kaldırıp atan bu zaferin anısına Londra’nın en ünlü meydanlarından birine Trafalgar adı verilmiştir ve meydanın ortasındaki anıtta İngilizlerin medar-ı iftiharı Amiral Nelson’un mücessem heykeli gururla yükselir.
Derken nedense fena halde hüzün bastı beni dostlar.
Biz böyle bir Avrupa’ya doğru gidiyoruz. Bilelim ki, Avrupa’yı birleştiren ortak değerler, üzerinde titredikleri tarihî müşterekler var. O gün o limanda toplanan İngiliz, Fransız ve İspanyollar ataları birbirleriyle savaşmış olsa bile Trafalgar’ı kendi kimliklerinin kurucu parçalarından biri olarak selamlıyorlardı. Onu tarihte olmuş bitmiş bir olayın mezar taşı gibi susturmaya değil, derilerinde, beyinlerinde, hücrelerinde bir nabız vuruşu gibi hissetmeye ve hissettirmeye çalışıyorlardı. Tarih böyle algılanır ve böyle anlaşılırsa tarihtir kardeşlerim. Geri kalanını ver tarihçinin olsun. Bize o tarihin tüylerimizde uyandıracağı titreşim lazım değil mi?
Aradan sıyrılan bir Çanakkale var, bir de İstanbul’un Fethi. Fethi eskiden daha sıcak kucaklamıştık, şimdilerde fena halde dizginlere asılmış durumdayız; fren seslerini siz de duyuyorsunuzdur. Sözde AB’ye gireceğiz ya, İstanbul’un fethinden bile utanır olmuşuz da haberim yokmuş! Hangi resmi toplantıda Fethi adam gibi kutlamaktan söz açsam, “Cısss. Avrupa bizi yanlış anlar!” itirazıyla karşılaşıyorum. Tabii hayretimin bini bir para oluyor.
Yahu ille surlara yeniçeri tırmandırmayı, altlarına tekerlek takılmış sandalları Tophane yokuşundan çekmeyi mi anlayacağız fetihten? Bunları, tıpkı BBC’nin canlı yayında verdiği Trafalgar gösterisinde olduğu gibi estetik, kültürel ve görsel bir şölene dönüştürmeyi becermekten aciz miyiz? İstanbul Festivali gibi seviyeli bir Fetih Festivali düzenleyemez miyiz? İstanbul’u o hafta bir sanat, kültür ve müzik şehri, dünyadaki elit çevrenin dikkatini perçinleyecek bir merkez haline dönüştüremez miyiz?
Çılgın bir mayıs akşamı Bizans ve Venedik kadırgalarıyla Fatih’in yelkenlilerinin Zeytinburnu’ndan çarpışa savaşa Sarayburnu açıklarına kadar geldiklerini ve projektörler tarafından Haliç’teki zincir önüne kadar takip edildiklerini, aynı gece Tophane’den çekilen gemilerin bir ışık huzmesi içinden süzülerek Kasımpaşa’dan denize indirildiğini ve kıyılara toplanmış -turistler de dahil- meraklıların büyülenmiş bakışları altında İstanbul’un ‘açılışı’nın projektör oyunlarıyla temsil edildiğini getirin gözünüzün önüne.
Adamlar 1805’teki zaferlerinin yıldönümünü şenliklerle kutlamaktan utanmıyorlar da, biz İstanbul’u aldığımız için neden utanacakmışız? Hem İstanbul’u alıp da mahvetmiş olsak, tamam, utanalım. İstanbul’un 1453’teki fethini, Daniel Goffman’ın isabetle belirttiği gibi, Bizans başkentini içine sıkışıp kaldığı köhnelik cenderesinden kurtaran, önünü açan ve ona taze kaynaklar sunarak yeniden doğuşuna zemin hazırlayan bir “rejim değişikliği” olarak sunmanın zamanı gelmedi mi daha? (Braudel’in Osmanlıların Avrupa seferlerini, Avrupa’yla konuşmak için çırpınışları şeklinde yorumladığı noktaya ise yıldızlar kadar uzağız.)
Mesela Kırım Harbi’nin 150. yıldönümü İngiltere’den Rusya’ya, Fransa’dan Ukrayna’ya kadar bu savaşa bulaşmış bütün ülkelerde hatırlandı, hakkında kitaplar yazıldı, sempozyumlar, sergiler düzenlendi, belgeseller çekildi. Gelin görün ki, savaşın baş aktörü olan Türkiye’de tıs yok. Geçen yıl def-i bela kabilinden bir sempozyum yapıldı kapalı kapılar ardında, o kadar. Oysa bu savaşı biz organize etmiş, İngiltere ve Fransa’yı biz sokmuştuk savaşa ve Rus Çarlığı’nın 1917’deki çöküşünün zemini, bu savaşta döşenmişti. Yani düpedüz dünya tarihinin gidişatını etkileyen bir savaştı bu. Peki hangi televizyonda bu savaşla ilgili bir belgesel izlediğinizi hatırlıyorsunuz? Marx ve Engels’in yere göğe sığdıramadıkları Silistre savunmasından, mareşallik rütbesi takılırken “Şehitliği tercih ederdim” diyen Musa Hulusi Paşa’dan, askerin morali bozulmasın diye elinin parçalandığını savaş sonuna kadar saklayan Kütahyalı Hüseyin Paşa’dan hangimiz haberdarız?
İngilizler Trafalgar Meydanı’nda Nelson’un heykelinin ne aradığını soran bir İngiliz’e uzaydan gelmiş muamelesi yaparlar. Bizdeyse tarihimizi yapan büyüklere uzaydan gelmiş muamelesi yapmak revaçtadır. Avrupa ile aramızdaki asıl fark, buradadır.
Do you want Search?
Random Post
Search
previous