Tekbir ve alkış

Tekbir ve alkış
İlkokul 3’e gittiğimi hatırladığıma göre yıllardan 1970 veya 1971 olmalı. Bursa’da oturduğumuz üç katlı ahşap evin dut, erik ve ayva ağaçlarının gölgelerini saldığı muhteşem bahçesinde, komşumuzdan yükselen sıcak notalar üzerimize bir ülfet yağmuru gibi mi yağardı? Ve komşumuzun haylaz oğlunun gitarıyla çaldığı bu o zamanlar kulaklarımızın alışık olmadığı melodi, içimizi neden her seferinde ısıtır, ırak diyarlardan rahiyalar taşırdı?

Neden sonra öğrenecektim “Dağlar, Dağlar” adını taşıyan bu parçanın, Barış Manço isimli o zamanların ölçülerine göre “tuhaf kılıklı” bir şarkıcıya ait olduğunu.

Yıllar yılları kovaladı. O, meftunu olduğum Gülpembe ile beni başımda sevda fırtınaları eserken bir daha yakaladı. Uludağ’ın avare derelerinde dolaşırken, “Dereler seni çağlar, seni çağırır Gülpembe”yi her defasında yaşayarak söyledim.

Ve onu tek kanallı televizyonlar devrinde bir program içinde 5-10 kanallık çeşitliliğe ulaştığı programlarıyla yeniden karşımda buldum. Çocuklarla, yaşlılarla, her yaştan insanla kurduğu inanılmaz sıcaklıktaki diyaloglarla bir daha sevdim Barış abi’yi. Ağacın gövdesindeki Allah yazısının hikayesini büyük bir heyecanla anlattığı programı, keza sonradan talebesi olmakla iftihar ettiğim Turgut Cansever Beyefendi ile Kanuni’nin Zigetvar’ın Türbek köyündeki iç organlarının gömülü olduğu mezarını keşfe çıktıkları programı hala unutamıyorum.

Sonra çocuklarımla birlikte pazar sabahları keyifle seyrettiğim 7’den 77’ye ve adını Barış Çelebi’ye çıkartacak olan “devrialem”leriyle bir daha sevdim onu. Hep sevecen, hep sıcak bir kişiliği vardı; bunu bütün bir topluma, yalnız Türk toplumuna mı, Japonlara bile hissettirebildiğini gördüm gözlerimle. Üstelik bunu televizyon gibi “soğuk” bir aleti delerek gerçekleştiriyordu.

Tv veya sinemadan aşina olduğum pek çok insanla sonradan tanışma veya karşılaşma imkanını buldum. Diyebilirim ki bir iki istisnasıyla hepsi perde veya ekrandaki gibi “bakmadılar” bana. Donuk, lakayd, adeta bir duvara bakar gibiydiler. Her seferinde bu nesneleştirici, karşısındakini bir eşyaya çeviren bakışlar korkunç derecede rahatsız etmiştir beni. Bu “profesyonel” bakışlarla iyice soğumuş bir ortamda, bir kokteylde karşılaştım Barış abi’yle. Eşi Lale Hanım’la yanımdan geçerken bir an göz göze geldik; bütün içtenliğiyle, sanki 40 yıldır tanışıyormuşçasına bir “Merhaba” deyişi vardı ki bu bir tek söz beni ta çeyrek asır öncesine bir kuş tüyü gibi fırlattı. Evimizin bahçesine düşen nağme yağmuru, Uludağ’ın coşkun dereleri, dudağımızın kenarına iliştirdiği tebessümleri.. hepsi hepsi o bir anlık bakışmada ve bir tek sözde yeniden yaşandı hafızamda.

Zannediyorum sanatçılarındaki insani sıcaklığa hasret kalmış bir toplum, komplekslerini yenmiş, halkına bir nesne gibi değil, bir dost gibi bakabilmiş olan Barış Manço’da bulmuştu aradığını. Baksanıza, son yolculuğunda tekbir ve alkışlar onu bir an olsun yalnız bırakmadı.

Tekbir ve alkış… Ben bu iki geleneğin Barış Manço’nun cenazesinde teklifsizce bir araya geldiğini gördükten sonra onun hayatı boyunca gerçekleştirmek için gayret sarf ettiği gelenek-çağdaşlık sentezi mesajını sevenlerinin can u gönülden benimsediğine hükmettim. Hayatı boyunca verdiği mesajın sağlaması cenaze töreninde yapılmış ve sonuç “doğru” çıkmıştı.

Ne mutlu böyle bir hayatı yaşayan Barış abi’ye!

Osmanlı matbaaya karşı mı çıktı?

Tarih bilgimizin genelde iyi olduğu söylenir. Tarihten söz açıldı mı, hamaset beşiğinden iftihar tablolarına sıçrayıveririz hemen. “Yalan söyleyen tarih”lere karşı kutsal savaş açarız. Resmi tarihlere yükleniveririz, kolayımıza gelir çünkü bu.

İyi de, bütün gayriresmilik iddialarımıza rağmen bizim de “resmi”leşmiş tarih bilgilerimiz yok mu? Olmaz mı? Mesela Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Horasan erlerinden bir grubun devletin mayasını yoğurduğunu hep söyleriz de, Şeyhülislam İbn Kemal’in anlattığı (Tevarih-i Al-i Osman, II. Defter, Haz.: Şerafettin Turan, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ank. 1991, s. 90 vd.) bir hadiseyi görmezden geliriz. İbn Kemal’e göre, Orhan Gazi bir “sapkınlık” ihbarı üzerine bu dervişleri toplattırıp sorguya çektirmiş ve huzurunda kendilerini temize çıkarmalarını istemiştir!

Matbaanın Osmanlı ülkesine geç girmesi hadisesi ise çift taraflı işleyen bir stratejiye yol açmaktadır: Hem Batıcıların Osmanlı’yı gözden düşürmeye matuf bir iddiasıdır, hem de Müslüman-muhafazakar çevrelerin Osmanlı’nın yeterince gelişememiş olmasından duydukları hoşnutsuzlukları, ezikliği yükleyebilecekleri bir günah keçisi işlevi görmektedir. Yani matbaa gelmiştir; ama ne İsa’ya yaranabilmiştir, ne Musa’ya! İlginçtir, başka konularda taban tabana zıt görüşlere sahip grupların görüşleri matbaa söz konusu olduğunda mıknatısa tutulmuş gibi yakınlaşmaktadır birbirine.

Bütün geri kalmışlığımızın ceremesini çektirdiğimiz matbaanın Osmanlı’ya geç girmesi hadisesini ilmi bir gözle incelemenin zamanı geldi de geçiyor bile. Şimdilik bunun Osmanlı’ya atılmış yakışıksız bir iddia olduğunu söylemekle yetiniyor ve gelecek hafta bu konu üzerinde genişçe durmak istiyorum. Ancak bu konudaki iddiaları tek tek tahkik ederek çürüten ve en güvenilir bilgileri ortaya koyan kişinin, adı solcuya çıkmış birisi, Niyazi Berkes olduğunu ve araştırmasının hala aşılamamış olduğunu zikretmekte fayda görüyorum.

Son olarak şunu eklemesem bu yazı eksik kalacak gibime geliyor: Ahmed Cevdet Paşa’nın Tarih-i Cevdet’in ilk cildinde matbaaya temas ederken, Avrupa’da da matbaanın kabulünün kolay gerçekleşmediğini, Fransa, İngiltere ve İspanya’da hangi yasaklamalarla karşılaştığını anlattığı vukufiyetli satırlardan tüten karşılaştırmalı tarih bilincinin, bugünkü sözümona tarihçilerde zerresinin bulunmadığını görmek, sizi bilmiyorum ama bana sadece üzüntü veriyor.

Bir yanıt yazın