• Home
  • Genel
  • Yahudiler Çanakkale’de bize karşı savaştı mı?

Yahudiler Çanakkale’de bize karşı savaştı mı?

Yahudiler Çanakkale’de bize karşı savaştı mı?
1897 yılında kendi isteği üzerine Kudüs Valiliği’ne tayin edilen Mehmed Tevfik Bey (Biren), 4 yıl başarıyla görev yapar. Siyonistler onu sevmemişlerdir, çünkü Sultan II. Abdülhamid’in defalarca koyduğu yasaklara rağmen akla hayale gelmeyecek yollardan Filistin’e sızan ve bir kere girdiler mi, bir daha çıkarılması mümkün olmayan Yahudilerin göçüne engel olmaya çalışmış, görevinde gevşeklik gösteren memurları cezalandırmıştır. Ancak o zamanki şartlar göz önüne alındığında (sanki durum şimdi farklı mı?) İstanbul’da kanun çıkarmak ve bunu taşraya bildirmek yeterli olmuyor, icrada bulunanların da denetlenmesi gerekiyordu kanunun amacına ulaşabilmesi için. İşte Vali beyi de çileden çıkartan nokta buydu.
Başkentteki sarayında Abdülhamid Han istediği kadar “Musevilerin arz-ı Filistin civar ve inhâsında ma’dûd olan [sayılan] Suriye ve Beyrut vilayetleri dahilinde iskânları dahi mahzurdan salim olmayacağına” karar versin, Yahudilere toprak satışını yasaklamaya kalksın, iş Filistin’deki memurun masasına gelince bambaşka bir şekil alıyor, amaç orada tersine dönüyordu. Onca yasağa rağmen her yıl Filistin’e göçen Yahudi sayısı artıyordu. Bu acziyet ve dahi beceriksizlik, yeni Osmanlı valisini kızdırmıştı. Meseleyi çözmeye karar verdi. Fakat…
Evet, fakat küçük bir sorun vardı: İltimas ve rüşvet. Kendisi de bir Yahudi olan dünyanın para imparatoru Baron de Rothschild kesenin ağzını açmış, yasal olsun olmasın, Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulması yönünde 1897 Dünya Siyonist Kongresi’nde alınan kararın hayata geçirilmesi için düğmeye basmıştı. En olmadık adamlar saraydan nişanlar alırken, dürüst adamlara istediği ödüller bir türlü gelmemektedir. Ümidi kırılır ama mücadelesine devam eder Tevfik Bey.
Kudüs’e güya ticaret maksadıyla gelen bir Musevinin, sarayda sözünün geçtiğini söyleyerek, olur olmaz kişilerden rütbe ve nişan vaatleriyle para aldığı, işin daha garibi, vaat ettiği rütbe ve nişanların bir süre sonra hakikaten geldiği duyulur. Olayı araştırınca doğruluğu ortaya çıkar. İşi büyüten İshak Ariye adlı bu Musevi tüccarın, eşkıyaya yataklık yapan, rüşvet komisyonculuğuna girişen, vergi kaçıran, yalandan davalar uyduran bir köyün ihtiyar heyeti üyesine bile para karşılığı “sâlise rütbesi”ni aldırdığı anlaşılınca devreye giren Vali, önce İstanbul’a bir telgraf çekerek durumu bildirir, ardından da Museviyi yakalatıp güvendiği bir başkomiser eliyle Saraya gönderir.
Sonuç olarak bu Musevi tüccarın, saraydaki bendegânı parayla ayarladığı ortaya çıkar. Durum Sultan’a intikal edince beklediği gibi derhal sorumluların cezalandırıldığı ve tüccarın da Edirne’ye sürgüne gönderildiğini öğrenir, görevini yapmanın huzurunu yaşar.
Bilmiyorum, bu olay, Filistin konusunda o kadar hassas davranan II. Abdülhamid’in çevresinin ne kadar büyük bir ahlakî çöküntü içinde olduğunu ortaya koyabiliyor mu? Yani Abdülhamid’in işi gerçekten zordu. Bir dışarıyla mücadele etmesi, bir de etrafındaki adamlarla uğraşması gerekiyordu. Muhtemelen kendi döneminde aleyhine oluşan havada, buradaki bendegân örneğinde gördüğümüz gibi, çalıştığı adamların da hatırı sayılır bir payı vardı. Mesele kendisine intikal ettiğinde müdahale ediyor, durumu düzeltebiliyordu ama hangi birine yetişsin!
Velhasıl, Filistin meselesi bir yandan İngilizlerin diplomatik baskılarıyla, öbür yandan Avrupalı hükümdarların “savaş müteahhitlikleri”ni üstlenen Yahudi para babalarının akıttığı sterlinlerin etkisiyle kangren haline gelecek, nihayet Birinci Dünya Savaşı içerisinde Balfour Deklarasyonu ile karara bağlanacaktı. İngilizlerin Yahudilere duydukları “aşk”tan kaynaklanmıyordu elbette bu karar. (Nitekim İslam dünyasının kalbinde bir toprağı cömertçe vadeden İngiltere, deklarasyonu yayınladığı günlerde kendisine sığınmak isteyen bir Yahudi mülteci gruba yüz vermeyecekti. Siyonist lider Lloyd George elinde şekillenen yeni Ortadoğu projesi için bölgede güvenilir bir “taş”a ihtiyaç duymuştu İngiliz emperyalizmi. O taş yerine konulacaktı.
Ancak bu projenin gerçekleşmesi için Yahudilerin de bir şeyler yapmaları ya da en azından kendilerine lûtfedilenleri “hak etmeleri” gerekiyordu. Bu beklentiyi, asayişi bozdukları gerekçesiyle Filistin’den kovulan ve Mısır’daki İngiliz birliklerine sığınan Yahudi örgüt elemanları karşılamaya karar verdi. İttihatçıların arasına karışarak adını değiştirip gazete bile çıkartmış olan Jabotinski ile Trumpeldor adlı bir Rus Yahudisi başı çekti. İngilizlere, onların saflarında Osmanlı’ya karşı savaşmak için hazır olduklarını bildirdiler. Niyetleri, İngiltere’ye bir Filistin cephesi açtırmak ve orada savaşmaktı ama o zaman böyle bir cephe açmayı gerekli görmemişti komutanlar. En iyisi onları, kıyametin kopmakta olduğu Çanakkale cephesine göndermekti!
Gerçi 18 Mart 1915 kıyameti geçmiş ve İngilizler deniz savaşlarında hiç beklemedikleri bir yenilgiye uğramışlardı. Şanslarını karada deneyeceklerdi bu defa. Mısır’da eğitilen Yahudi Katır Birliği iki gemiyle yola çıkarıldı. Toplam (subaylar hariç) 562 kişiydiler. 25 Nisan’da Gelibolu’da karaya ayak bastıklarında yakalarındaki sarı renkli Davut yıldızı motifli birlik armalarından tanınıyorlardı. Doğrudan savaşmayacaklar ama katırlarıyla su, gıda, mühimmat vs. ihtiyaçlarını karşılayacaklardı birliklerin. İki gruba ayrılmışlardı. Gruplardan birisi Seddülbahir’de, öbürü Anzaclarla Arıburun’daydı. Ancak Anzaclar onları pek sevmemişti. “Türk”e benzedikleri için ara sıra -yanlışlıkla- onları da avlıyorlardı! Bunun üzerine ikinci grup geri gönderildi. Ancak Seddülbahir Grubu ulaştırma birliği olarak görevini canla başla getiriyordu. Nitekim İngiliz askeri istihbarat elemanı Aubrey Herbert, onların “oldukça iyi hizmet verdikleri”ni ve “olağanüstü cesarete sahip oldukları”nı yazacaktı hatıra defterine. (Gerçi disiplinsizlik cezası alanlar ve herkesin önünde yere yatırılarak kamçılananlar da yok değildi.)
Sonuçta Yahudi Katır Birliği 8 kayıp vermiş, 25 kişi de yaralanmıştı. Haziran ayında Kahire’den 150 kişilik bir takviye kuvveti istendi. Birliğin görevi 26 Mayıs 1916’da sona erecekti. Ancak belki iki bin yıldır bir orduda ilk kez görev alan bu Yahudiler, bugünkü İsrail’in kurucu gücü olacak ve içlerinden devlet başkanları, bakanlar, komutanlar çıkaracaktı. Nitekim hemen ardından açılan Filistin cephesinde General Allenby’nin ordusuna Yahudi Lejyonu adı altında katılacak ve bu defa “kendi toprakları” için savaşacaklardı Osmanlılarla.
1919 yılına gelindiğinde London School of Economics’den Halford J. Mackinder, bir yıl önce ele geçirilen Filistin topraklarının İngiltere’nin kurduğu Dünya-Adasının merkezi olacağını yazıyor ve bugüne kadar geçerliliğini koruyan projenin adını koyuyordu. Daha doğrusu, Abdülhamid’in Filistin konusunda neden bu kadar direndiğini kendi açısından izah ediyordu. Aradan geçen 90 yıl, bu direnişin şerhidir.

Bir yanıt yazın