Yargının ideolojik hale gelmesi bu adamın eseri
Üç Yargıtay üyesi yüksek hakimin internete düşen ses kaydı, yargıdaki iltihabı ortaya çıkardı. Referandumda hayır çıkması için Abdullah Öcalan’a ihtiyaçları olduğunu söyleyen Yargıtay üyelerinin paniğini nasıl anlamak gerekir?
Herhalde kurulan tezgâhın ayaklarının çatırdadığını önce onlar duyuyor. Direniyorlar haklı olarak. Belki de içlerinden, keşke 12 Eylül’de referandum yerine bir darbe daha yapılsa diye geçirenler bile vardır.
Nasıl oldu da Türkiye’de yargı, hukuku ihlal eder, siyasileşir, ideolojik ayak oyunlarına dalar hale geldi? Bunun cevabını bugünde değil, gerilerde arayalım. 80 yıl kadar gerilerde.
Mahmut Esat Bozkurt ismini duymuşsunuzdur. 1922’de henüz 30 yaşındayken Ekonomi Bakanı, Kasım 1924’den Eylül 1930’a kadar da Adalet Bakanı olarak görürüz onu. 6 yıl oturduğu koltuğunda, hala çözmeye çalıştığımız “yargı düğümü”nün altında imzası bulunan Bozkurt, adalet mekanizmasının temellerini Osmanlı’dan kopartırken, aynı zamanda ideolojiyi en katı haliyle içine sokan bakan olur. Yani yargı onun ellerinde siyasallaşmaktan öte, açıkça ideolojikleşir.
Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can, “Darbe Yargısının Sonu” adlı kitabında (Timaş: 2010, s. 26 vd.) Bozkurt’un eğitim gördüğü İsviçre’den Medeni Kanunu ülkemize taşımasının sebebini, bu kanunun ilk maddesinde hakimlere ‘kanun koyucu’ rolü verilmiş olmasına bağlar. TC hakimleri, İsviçre Medeni Kanunu’na göre, önlerine gelen davalarda, kanunda uygun bir hüküm yoksa kendilerini kanun koyucunun, yani Meclisin yerine koyup ‘Meclis olsaydı nasıl bir kanun çıkarırdı?’ diye düşünerek karar vereceklerdir. Can’a göre “Bu, yargıya inanılmaz bir iktidar devri” demektir.
Bu sayede Cumhuriyet tarihi boyunca yargı kurumu güç bakımından, yürütme ve yasamanın, yani hükümet ve Meclisin ötesine geçmiş ve “bütün toplumsal alanlara” girerek üstlendiği ideolojiyi egemen kılma imkânına kavuşmuştur. “Böylelikle” diyor Dr. Can, “yargı sistemi, toplumu yukarıdan aşağıya doğru biçimlendirmenin en etkin aracı haline dönüşüvermiştir.”
M. Esat Bozkurt bu amaçla yalnız Avrupa ülkelerinden kanunları kavun seçer gibi Türkçeye tercüme ettirerek sözüm ona “Türk Hukuk Devrimi”ni gerçekleştirmekle yetinmez (tuhaf olan şu ki, bu ne ‘Türk’tür, ne de ‘Devrim’), aynı zamanda bu ‘devrim’i uygulayacak hakimleri yetiştirmek için Ankara Hukuk Fakültesi’ni hizmete sokar. İdeolojik kadrolar oradan yetişecek ve zamanı gelince iş başına geçeceklerdir. Bozkurt’a göre yargının öncelikli görevi, adalet dağıtmak değil, devrimleri hayata geçirmektir. Nitekim hakim adaylarına yaptığı fakülte açış konuşmasında Türk adliyesinin yegane övünme sebebinin “devrimi savunmak” olduğunu söyler.
Bozkurt kadar büyük yetkilere sahiptir ki, bütün hakim ve savcıları kendisi seçer. Mesleğe o kabul eder, terfileri o yapar, Yargıtay’a o üye seçer, hatta daire başkanlarını seçme yetkisi de ondadır. Yetkilerini sonuna kadar kullanır. Yani yargının bugüne kadar gelen yapısı onun eseridir.
Bazı sözleri pek meşhurdur Bozkurt’un. Mesela Kürtler hakkında sarf ettiği şu sözler, Nazi ruhundan izler taşır: “Benim fikrim, kanaatım şudur ki, dost da, düşman da, dağ da bilsin ki bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.” (Milliyet, 19 Ağustos 1930.)
“Öz Türk olmayanlara” hizmetçilik ve köleliği layık gören bu hastalıklı zihniyeti iyi tanıyoruz. Öte yandan “Atatürk İhtilali” adlı kitabında gericileri “imha etmek” gerektiğini söyler. Onlar “asla affedilmemelidir”. (Kaynak: 1995, s. 115
Çağdaşlarından belki en önemli farkı, Atatürk’ün icraatını ‘inkılap’ değil, ‘ihtilal’ diye nitelemesidir. İhtilal, eskiyi yıkıp yeni bir düzeni kurmaktır. Tam burada ABD’nin kurucu babalarından Jefferson’ın bir sözünü aktarır. Jefferson diyesiymiş ki: “Her 20 senede bir mutlaka bir ihtilal olması, her millet için iyidir.” Ne var ki, Jefferson, Bozkurt’un söylediği gibi değil, “Allah böyle bir ihtilal olmadan 20 yılı geçirmekten bizi korusun” demektedir. Adam ‘biz’ diyor, yani Amerikan halkını kastediyor. Her 10 yılda bir darbe yaşamaya alıştığımız için eski Başkanın bu sözü hatta biraz gecikmeli söylenmiş gibi de görünebilir kimilerine (10 yıl neye yetmez?). Ancak benim farklı bir yorumum var:
Madem 20 yılda bir ihtilal yapılması sağlık alametidir, ihtilali bu denli savunan bir eski Adalet Bakanının günümüzdeki takipçileri, bugün yaşanmakta olan derin “ihtilal”i nasıl yorumlayacaklardır? O gün “Atatürk ihtilali”ne karşı çıkanlar gerici ise, bugün buna karşı çıkanlar da gerici sayılmalı değil midir?
Bir hafta sonra Türkiye’nin tarihinde yeni bir sayfa açılacak. Otoriter ve darbeli demokrasi dönemi inşaallah aşılıyor. Kesintili olsa da sivil bir anayasaya doğru kararlı adımlarla ilerliyoruz. İlerleme iyidir, diyenler, buyurun, otoriter dönemin ve darbelerin kalıntılarını temizleyecek gelişmeleri destekleyin.
Mahmut Esat Bey’in vaktiyle yargı mensuplarına biçtiği ideolojinin “bekçiliği” rolü de ne derseniz deyin, hakkın bekçiliğine dönüşmek durumunda. Aksi halde Türkiye her gün bir bölümünü yaşadığımız bu yargı kâbustan uyanamayacaktır.
Bu arada adına İstanbul Barosu’nun her yıl bir ödül verdiği Mahmut Esat Bozkurt (2008’de eski YARSAV başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’na verilmişti) kitabında referandum için çok ilginç bir şey söylüyor. Diyor ki: İsviçre Anayasası bizim (1924) anayasamızdan ileridir. Çünkü ulus egemenliğine dayanır. Orada son sözü, “Referandum ile millet” söyler.
Galiba duran saatin bile günde iki defa doğruyu göstermesine benzedi ama olsun, ona da razıyız. Saatleri daima yanlış göstermesinden iyidir.
Ne zamana kadar?
05 Eylül 2010, Pazar