Yeni bir Türkiye!

Yeni bir Türkiye!
Malum, nüfusumuz artıyor, büyük şehirlere göç bütün hızıyla devam ediyor, çocuklarımızı okutacak okul bulamıyor, insanlarımıza nasıl olursa olsun başlarını sokacakları iki göz oda bulmakta zorlanıyoruz…

Öyle görünüyor ki, bütün bu cümlelerdeki fiillerin sonlarına birer -dı takısı eklememiz gerekecek bundan sonra.

Yalnız depremden sonra değil, 2000’li yılların ilk 10 yılını devirdiğimizde, yani 10-15 yıl sonra “zaten” Türkiye büyük ölçüde stabilize olacak, yani bütün bu yaş ve mekan hareketliliği bir istikrara kavuşacakmış. Nüfus artışı durağan hale gelecek ve köyden şehre göç, asgariye inecekmiş.

Nüfus bilimcilere bakılırsa nüfusumuz 100 milyonu hiçbir zaman aşmayacakmış mesela. 95 milyonda takılıp kalacak ve orada sabitlenecekmiş.

Bu ne demek biliyor musunuz?

Söyleyeyim: Nüfus artışından kaynaklanan büyüme duracak.

Göç yüzünden şehirlere taşınan ucuz iş gücü arzı bitecek.

Şehirlerde gecekondu baskısı azalacak, arazi mafyası gücünü kaybedecek; her şeyden önemlisi, bütün ümidini talebin artmasına bağlayan sektörler iç piyasada tıkanacak ve gözlerini dışarıya, ihracata çevirmek zorunda kalacaklar.

Artık her yıl ilkokula yeni başlayanların sayısında eskisi kadar büyük artışlar olmuyor. Bu neyin göstergesi? Nüfus artışımızın eskisi kadar “patlama” yapmadığının, istikrar kazanmaya doğru gittiğinin tabii ki.

Bu demektir ki 10-15 yıl sonra insanlara başlarını sokacakları iki göz oda bulmak için çabalayacağımıza, daha nitelikli konutlar için seferber olacağız. Mevcudun yerine daha iyisinin, kalitelisinin, dayanıklısının yapılması için mücadele vereceğiz. Bu noktada depremin etkisiyle ayrı bir hassasiyet de oluştuğunu ilave edecek olursak konut ve şehirleşme stratejilerinde temel bir değişikliğin gündeme gelmesi kaçınılmaz hale gelecek.

Bu demektir ki Türkiye’de bazı gözde sektörler gündemin gerisine itilecek ve bazı yeni sektörler alacak onların yerini.

Türkiye bu yeni gelişmelere hazır olmasını bilmeli bugünden.

Demek ki Türkiye kadar Türk toplumunun yapısı da değişiyor. Bir zamanlar köylerinden şehirlere göç eden kesim toplumsal yapıyı derinden değiştirmişti. Bugün şehirlerimizin yüzde 60’ından fazlasını göçmenler oluşturuyor. Şehirlerimizin profili bu yüzden değişti. “Anadolu Kaplanları” denilen yeni bir sanayici, müteşebbis ve iş adamı zümresi doğdu bu yeni profilden.

Büyük şehirlere gelenler adetleri, yemekleri, dilleri ve türküleriyle, hayata bakışları ile yeni bir popüler kültür oluşturdular. Kendi şarkıcılarını (İbrahim Tatlıses, Mahzun Kırmızıgül) yetiştirdiler, kendi yemeklerini (lahmacun, çiğköfte, kebap) yaygınlaştırdılar, “sevdalıyım” kelimesindeki “a”nın kısa okunması gerektiğini öğrettiler şehirlilere.

Şimdi artık yeni bir yüz yılın ve bin yılın eşiğinde Türkiye deprem şokuyla kendine geliyor. Sarkmakta olduğu uçurumun dibindeki suda kendi yaralı ve hastalıklı yüzünü deprem sayesinde görme fırsatını yakaladı.

Bu çok pahalıya mal olan enstantane, eğer Türkiye’nin 10-15 yıl sonraki portresine giden yolu kısaltabilirse, bu onun tek iyiliği olacaktır.

Kaybedilen savaşların faydası

Napolyon’un “Kaybedilen bir savaş, bazen mevcut durumu kazanılan on savaştan daha fazla değiştirebilir.” dediği rivayet edilir.

Nedense son depremden sonra bu tür sözler daha fazla dikkatime çarpmaya başladı. Yenilgilerin, başarısızlıkların, hastalık ve afetlerin toplumları erkenden olgunlaştırma gibi bir hikmetleri olduğuna giderek daha fazla inandığımı fark ediyorum. Ve bildiğim kadarıyla toplumların ortak aklı, bu başarısızlık, yenilgi ve afetlerden ders çıkarmakta hiç de çekingen davranmamıştır.

Gerçi felaket anlarında vahim yanılgılara da sürüklenmekten kurtulamamıştır insanlık. Mesela Bertrand Russell’ın sözünü ettiği bir veba salgınında papazların halkı kilisede dua etmeye çağırmaları ve böylece istemeden hastalığın sağlamlara da sirayet etmesine uygun bir zemin hazırlamaları örneğinde görüldüğü gibi cehalet pek çok cana mal olmuş, nice hayatın taze dalları erkenden kurumuştur. Ama bu büyük ve ağır tecrübeler toplumun dimağında acı da olsa unutulmaz izler bırakmaktadır. Bu izlerin etkisiyledir ki, şimdilerde sosyal bilimcilerin “sosyo-kültürel tekamül” adını verdikleri bir ortak adımı atmaya zorlanmaktadır toplumlar. Umuyoruz ve diliyoruz ki, 17 ağustos depremi, Türk halkı için olduğu kadar artık hantallığından kendisinin dahi şüphesi kalmamış olan idarecilerimiz, siyasetçilerimiz ve bürokratlarımız için de artık geri dönülmez bir eşik oluşturur. Unutmamalıyız ki, Kurtuluş Savaşı’ndaki mücadele ruhuna, azmine ve milletçe bilenmişliğe savaş, yoksulluk ve acı dolu yılların potasında yoğrulduktan sonra ulaşılmıştır.

Bugün neden böyle olmasın ki!

Depremden sonra Osmanlı’yı hatırlamak

Tam bir ay önce yaşadığımız deprem, yalnız can ve mal kaybına yol açmakla kalmadı, Türkiye’nin kültür hayatını da ciddi biçimde etkiledi. Kitap ve dergi satışlarının bıçak gibi kesildiğini söylüyor kitapçılar. Sinemalar boşaldı, yazın cılız da olsa süren kültür etkinlikleri iptal edildi veya ertelendi.

Bu arada tam hızını almak üzere olan Osmanlı Devleti’nin 700. kuruluş yıl dönümü kutlamaları da kısmen akamete uğradı. Eylülde yapılacağı duyurulan resmi kutlamaların da Mart 2000’e ertelendiğini öğrendik.

Yine de Türk Tarih Kurumu’nun Ankara’da 4 gün sürecek uluslar arası kongresi ekim ayında yapılacak. Bu meyanda önümüzdeki hafta (21-22 eylül) Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın düzenleyeceği Hoşgörü 700 sempozyumu ile Türkiye Yazarlar Birliği’nin 13-14 ekimde yapacağı toplantıların ertelenmediğini, zamanında yapılacağını duyuralım. (Son iki toplantı da İstanbul’da gerçekleştirilecek.)

Bu arada dergiler de peş peşe Osmanlı özel sayılarını çıkarmaya başladı. Yakınlarda gözüme çarpanlar şunlar:

Gösteri: Siyasi, bilimsel, estetik, hukuki ve tasavvufi boyutlarıyla 19 makalede ‘İki cihan arasında Osmanlı İmparatorluğu’nu ele alan dergide İlber Ortaylı, Şevket Pamuk, İskender Pala, Gültekin Çizgen, Filiz Çağman, Uğur Derman gibi imzalara yer verilmiş.

Cogito: Çağdaş Osmanlı tarihçiliğinin piri Halil İnalcık ve yeni nesil tarihçilerin gözdelerinden Cemal Kafadar’la yapılmış konuşmalarla açılan dergide, Osmanlı üzerine bir açık oturum da yer alıyor. Özellikle dikkatimi çeken iki yazı, “18. yüzyıl ve değişim” (Edhem Eldem) ve “Felsefe ve tefelsüf” (İsmail Kara) başlıklarını taşıyor. Cogito’nun kapak tasarım ve uygulaması ise gerçekten nefis.

Bir cevap yazın