Bayramların Unutulan Tadı

Üniversite yıllarımdaydı. Yaz tatiline denk gelen bir bayram günü aldığım tebrik kartı beni ne kadar sürurlandırmışsa arkasını okuduğumda da o kadar kederlendirmişti. Bir “radikal” arkadaşımdan gelen karpostalda o bayram gününü bana zehir edecek bütün kelimeler yan yana getirilmişti. İşte Afganistan’da mücahitler emperyalizme karşı savaşırken, İsrail zulmü altında Filistinliler inim inim inlerken, dünyanın dört bir tarafındaki Müslümanlar küfre karşı ölümüne cihat bayrağını açarken biz hangi yüzle bayram yapabiliyorduk? Hangi hakla lokumlara dudaklarımızı uzatabiliyor, hangi yüzle bayram namazı kılabiliyorduk? Karttaki, her biri ucu ateşli birer oka benzeyen kelimeler o bayram günü nasıl içime oturmuştu anlatamam…

Doğruydu söylenenler gerçi… Her zaman bilincinde olmalıydık başka coğrafyalardaki Müslümanların. “Dicle nehrinin kenarında otlayan koyundan”dan sorumluluk duyma, bir metafor olmaktan çıkmış, hepimizi bağlayan çetin bir bukağıya dönüşmüştü. Peki ama ‘biz’ kimdik? Neden her şeyin sorumlusu ‘biz’ olacaktık? Neden şu koca dünyada olan biten her şeyden acizliğimizi sorumlu tutuyor ve mütemadiyen hüzünlenip kederleniyor, dünyayı kendimize zehir ediyorduk?

Cumaya gitmeyelim, halifemiz geri gelinceye kadar… Tamam.

Öğrenci kredilerini almayalım içine faiz karışmıştır… Tamam.

Çağrı filmine gitmeyelim, çünkü o sinemanın sahipleri bizden kazandıkları paralarla gayri İslamî filmler getirip milleti zehirleyeceklerdir… Tamam.

İyi güzel de, hayat hep muhalefetle, karşı çıkışlarla, isyanları oynamakla geçmiyordu ki! Düğünlerimizi bile adeta cenaze merasimlerine dönüştüren, her biri birer sürûr kaynağı olan geleneksel camileri “Dırâr mescidi” diye karşısına alan, tesbih çekmeyi bir çırpıda haram kefesine yerleştiren bizler bu yeknesak hayat çarkının içerisinde tek nefes alınacak, mes’ut olunacak zaman kırıntıları olan bayramları da birbirimize zehir etmeye yeminliydik sanki. Niçin hep ret, hep olumsuzlama, hep yeis?

Taşıyamayacağımız yükleri, Cenab-ı Allah bile üzerimize yüklemekten kaçınmışken ezileceğimizi bile bile sırtımızı bütün âlem-i İslam’ın kötü giden ahvalinin altına uzatmak niyeydi? Hayatı önce en yakın çevremizden başlayarak ibadete, ibadeti de lezzete, hatta şevke dönüştürecek mütevazı formüller arayacak yerde tam tersini yapmak ve İslam’ı sadece mantık/ters–mantık düzeyinde, yani rasyonel bir sistem imiş gibi algılamak bizi tam da kaçındığımız şeye, yürürlükteki “düzen”in mantığına teslim etmeyecek miydi? Hayatı yaşanmaya değer kılmanın yolunu dininin içerisinden geçirmeyen bir nesil, sonuçta aklileştirerek savunduğu dini, mevcud hayatın pençesine teslim etmekte gecikmeyecekti.

Nitekim yıllar sonra, bir zamanlar devlet memuru olmayı istikrahla yaftalayan ve kart yollayarak o bayram günümü zehir eden arkadaşımın hem de hakimlik sınavına girdiğini öğrenince çok da şaşırmadım. Çünkü o da neslimin kısm-ı azamı gibi hayatın güzelliklerine küsmüş, metinlere kapanmış bir ferd-i naçardı neticede.

Ama güzel, yaşanmaya değer bir hayatın burada ve şimdi anlamlandırılması yerine hep ertelenmesi, meçhul bir istikbalde mesiyanik saat çalar çalmaz nasıl olsa her şeyin bir anda düzeleceğinin varsayılması ve güncel hayatın ve sorunların hep gündemin dışına itilmesi sonucunda iyi kötü bütünselliği olan, buna karşılık “yaşanmayan”, battal bir inanç tarzı ile yaşamaya çalıştığımızın farkına varacaktık enikonu. Ancak bütün bu retler, itirazlar, muhalefetler, hayata küskünlükler bizim mühim bir tarafımızı cılızlaştırmış, yumuşatmış ve korumasız bırakmaya yetmişti. Ve o menfezdendir ki, fırsatını buldukça daha önce reddettiklerimiz birer birer avdet edecekti.

Bayramın tadını bile kendisine ve birbirimize haram etmeyi vazife bilmiş bir nesildik biz anlayacağınız. Bu yüzden belki de, herkesten çok ihtiyacımız var bayramların bir zamanlar kaçtığımız tadına varmaya. Şüphesiz Bosna’yı, Çeçenistan’ı, Filistin’i, Somali’yi unutmayacak, bilincimizi daima diri tutacağız. Eyvallah ama bunlar kadar, sorunları ve güzellikleri ile yaşamanın da İslam’ın bir emri olduğunu bilmezden gelemeyiz. Düşünceyi İslamlaştırmak eğer hayatı İslamlaştırmayı intaç etmiyorsa akibet, sadece hüsran olacaktır.

Hadi, büyüklerinizin ve komşunuzun kapısını çalın da ikram edilecek birer lokumla ağzınızı tatlandırın ya da çoluk çocuk toplanıp bir lunaparka gönlünüzce eğlenmeye gidin bu bayram. Elma şekeri yalayın, dönme dolaba binin, mezarlıkları, türbe ve camileri de ziyaret etmeyi ihmal etmeyin. Belki biraz başınız dönecek, aşırı şeker karaciğerinizi zorlayacak, bayramlık pantolonunuzun ütüsü bozulacaktır; ama olsun. Belki de kaybettiğimiz, o her birini bir dağ doruğuna tırmanma temrini gibi yaşadığımız eski bayramlardan bir nefha düşer de içinize, ferahlarsınız. Sonra da Rabbimize Kitab’ından bir dua ile hep birlikte yakarırız:

Allah’ım! Bize taşıyamayacağımız yükü yükleme!”

Amin…

Bir cevap yazın