• Home
  • Yazılar
  • Yavuz’un Mescid-i Aksa’daki bilinmeyen duası

Yavuz’un Mescid-i Aksa’daki bilinmeyen duası

Yavuz Sultan Selim’in Kahire’yi almaya giderken Kudüs’ü ziyaret ettiğini çoğu tarih kitabı yazmaz. Bu az bilinen ama merak uyandırıcı ziyareti bize en ayrıntılı bir şekilde aktaran kaynağımız Silahşor Tarihi (Feth-Nâme-i Diyâr-ı Arab) adlı yazma eserdir. Şimdi bu eserden hareketle Selim Şah’ın Kudüs’e doğru ayak izlerini takibe başlayalım.

Yavuz Selim Han bir süredir Şam’daydı. Veziriazam Sinan Paşa komutasındaki birlikleri Filistin’e yolladı. Gazze yakınlarında yapılan ikinci savaşta Memluk ordusu yenilir. Osmanlı ordusu Gazze’ye girer ve burada Sultan Selim adına hutbe okunup sikke kesilir.

İşte bu sırada Şam’dan hareket eden Yavuz üç günde Cisr-i Yakub’a (Yakup Köprüsü) ulaştı, geceyi orada geçirdi. Sabahleyin hareket edip öğle vakti Çah-ı Yusuf’a (Yusuf Kuyusu) vardı. Onu ziyaret ettikten sonra Taberiye Gölü’nün kıyısına indi.

Orada iki gün dinlendikten sonra Tur-i Sina’ya ulaştı. Beş menzil yol yürüdü, 27 Aralık’ta Halhuliye’ye vardı. Sinan Paşa burada kendisine zafer haberini ulaştırdı. “Şükr-i Yezdân kılan” Padişah müjdeyi getirenlere sevincinden büyük araziler bağışladı.

Ertesi sabah hareket etti, ikindi vakti üç gün kalacağı Ramallah’a vardı ve mübarek Kudüs şehrini görmeyi arzuladı. 500 piyade tüfekçi ve 1,000 seçkin sipahi ile birlikte yola çıktı.

1516 senesinin son günü ikindi vakti Kudüs’e ulaştı. Şehir önünde otağ kurdular. Adam gönderip Mescid-i Aksa hizmetçilerine Sultan’ın akşam namazını Mescid-i Aksa’da eda edeceğini bildirdiler.

Şah-ı Cihan biraz dinlendikten sonra tekrar ata bindi, Kudüs’e at sırtında girdi. Mescid-i Harem kapısında hürmeten attan indi, önce Kubbetu’s-Sahra tarafına teveccüh etti. 55 adım yürüdü, merdivenlerin önüne geldi, 15 kademe merdiveni çıktı, sonra 61 adım atarak Kubbetu’s-Sahra’nın kapısına vardı.

Rumman-ı Davud Nebi’yi, Nahl-i Hamza’yı ziyaret etti. Muallak kayayı dolaşıp ziyaret etti. 12 basamak merdivenden indi, iki rekât hacet namazı kıldı. Sonra yukarı çıktı. Muallak kayanın sol tarafında mihrab önüne ulaşıp orada da namaz kıldı. İhtiyaçlarını Rabbine arz etti. Mısır seferinde kendisini zafere eriştirmesini diledi.

Namazdan sonra Kubbetus-Sahra’dan çıktı, hizmetçilerine inam ve ihsanlar dağıttı. Sonra Kubbetu’s-Sahra’nın bulunduğu sofadan merdivenlerle aşağı indi, 150 adım atarak Harem avlusunu katedip Mescid-i Aksa’nın kapısına geldi. Hizmetçiler kâfurî mumlarla karşıladılar onu. Mescide girdiği anda gördü ki, tam 12 bin kandille Beyt-i Makdis’e ziynet vermişler.

Mescidin içinde 185 adım yürüdü, mihrabın önüne vardı. Bu sırada akşam namazı vakti girmiş olduğundan namazını mihrapta eda etti, sonra mihrabın iki tarafında bulunan iki sütunu (amudeyn) ziyaret etti. Biraz dinlenip tekrar mihrabın önüne geldi. Bu defa iki rekat hacet namazı eda etti. Bir müddet zikir ve Kur’an okumakla meşgul oldu. Ve elini açarak arz-i niyaz eyledi.

Neler söyledi? Hangi dileklerde bulundu? Allah’a nasıl yalvardı?

Yavuz’un bilinmeyen yakarışı

Bunları Silahşor Tarihi’nin satırlarından öğrendiğimiz için bahtiyar sayılırız. İşte başka kaynaklarda geçmeyen o yanık münâcât:

Dedi ey Hayy u Tuvâna vü Kerim/Senden özge kullarına yok Rahim

Beytini görmekliği çün ya Habib/Şükr ü minnet biz kula kıldın nasib

Lîk cürmüm bahrine yoktur kinâr/El götürdüm baş açup misl-i çınar

Umarım ben kulu red kılmayasun/Macerayı sehv add kılmayasun

Lutfun ile toylayasın ben kulu/Hem delalet kılasın doğru yolu

Eşiğine yüz sürüp kılıp penah/Baş açıp lütfun umar cümle sipah

Mağfiret kıl biz kuluna ya Ganî/Mahşer içre eyleme hor u denî

Umarız babına geldik rahmetin/Biz kula erişse nola şefkatin

Cümle alem halkına verip murad/Red kılıp birin komazsın bî-murad

Baş açuban babına geldik senin/Daima fi’li hatadur bendenin

Rahmetini umarız ey lütfu bol/İşimiz sağ eyle bizim etme sol

Askerime nusrat eyle ya İlah/Geldiler babına cümle rû-siyah

Yüzlerin ağ eyle Ahmed hakkıçün/Cibril’in ettiği takdis hakkıçün

Müstecâb eyle İlahi davetim/Özüne arz etmişim uş hâcetim

Yür ü gök ü Arş u Kürsi hakkıçün/Gazilerin seyf ü türsü hakkıçün

Mescid-i Aksa vü Makdis hakkıçün/Cibril’in ettiği takdis hakkıçün

“Kâbe kavseyni ev ednâ” hakkıçün/Cümle-i a’lâ ve ednâ hakkıçün

Mâh u hurşid ü felekler hakkıçün/Yer ü gök içre melekler hakkıçün

Âdem ü Şit ile İdris hakkıçün/Hürmüs’ün ettiği tedris hakkıçün

Sana ısmarlamışım ceyşim hemîn/Senden özge kullarıma yok emîn

Rahmet u lutfun senin çün oldu âm/Umarız vallahi biz her subh u şâm

Rabbine yalvarıp yakardıktan sonra yatsı namazının vakti girmişti. Yatsı namazını da orada kıldı, biraz zikir ve tesbihle meşgul oldu. Sonra dışarı çıktı. Hizmetçilere in’am ve ihsanlarda bulundu. Yürüyerek haremden çıktı. Atına bindi, Köleler fanuslar ve meşaleler getirdiler, onların eşliğinde otağına geldi, yılbaşı gecesini Kudüs’te geçirdi.

Sabahleyin binlerce koyun, öküz ve deve kurban edilmesini emretti. Kurbanlar kesilirken Sultan tekrar Kubbetu’s-Sahra’yı ziyaret etti, sonra Mescid-i Aksa’ya giderek orada yine hacet namazı kıldı. Dışarı çıktı. Seyredilecek, görülecek yerleri gördü, temaşa etti. Sonra atına binip “Kuds-i mübarek kavmine”, Kudüslülere in’am ve ikramlarda bulundu ve “kendi devletle azm-i asker kılıp revane oldu”, devletle askerine hareket emri verip yola çıktı. (S. Tansel, “Silahşor’un Feth-Name-i Diyar-ı Arab adlı eseri”, Tarih Vesikaları, Ocak 1958, Sayı: 2 (17), s. 318-20.)

“Sen bizi kiminle bilirdin ki?”

Şimdi şu tevazu hali, şu yakaran samimiyet, şu abidlik ruhu, şu derin Kudüs şuuru acaba hangimizde var? Bir düşünelim. Bir cihan imparatoru olarak geldiği Kudüs’te Kubbetu’s-Sahra ve Mescid-i Aksa’da sıradan bir mümin gibi secdelere kapanan, Rabbine yalvarıp yakaran bu benzersiz insanın hayatında buradaki tavrını teyid eden o kadar çarpıcı olaylar var ki, buraya yalnız ibretlik mahiyette ikisini alalım.

Yavuz Sultan Selim 5 ayda devletinin toprağını 2,5 kat büyüterek, Halifeliği uhdesine alarak, Mekke ve Medine’ye hadim olarak, Şam ve Kahire’nin anahtarlarına sahip biri sıfatıyla İstanbul’a döndüğünde şaşaalı bir karşılama töreni hazırlandığını haber aldı. Bunun üzerine geçmedi. Üsküdar’da bekledi. Gece karanlık bastırınca gösterişsiz bir tekneyle sessiz sedasız Topkapı Sarayı’na geçti. Kalabalığın tezahüratına izin vermedi. Bu yüce gönüllü insandır işte Mescid-i Aksa’da basit bir kul gibi Rabbine yalvarıp yakaran.

1520 Eylülünde ecel Sultan Selim’in kapısını çalar. Şirpençe hastalığının ıstırabını beraberce hafifletmek istedikleri Hasan Can’a sorar koca Sultan:

-Hasan Can, bu ne haldür?

Hasan Can cevaplar:

-Cenab-ı Hakk ile beraber olma vaktidür Sultanım!

Son nefesini vermekte olan Sultan bu cevaptan alınır, gücenir. Son kılıcını diliyle sallar:

-Hangi eksiğimizi gördün de böyle söylersin Hasan Can? Sen bizi şimdiye kadar kiminle bilirdin?

İslam âleminin bugünkü hurdahaş olmuş halini görünce insanımızın zihin ve gönüllerinde iki büyük şahsiyetin ışıldadığını görmek şaşırtıcı değil. Her ikisi de İslam birliğinin mimarlarından olan Selahaddin Eyyubî ve Yavuz Sultan Selim. Biri Kudüs’ü kurtaran, diğeri muhterem bir baba gibi onu himaye eden iki kahraman onlar. Yalnız dünyevi değil, uhrevi manada da kahraman.

Rabbimiz, düşmana karşı azametli ama Rabbine karşı boynu bükük birer kul olma şuurunu bütün ümmet-i Muhammed’e nasib eyle!

Bir yanıt yazın