• Home
  • Genel
  • Abdülhamid devri Anadolu toprağına ne kattı?

Abdülhamid devri Anadolu toprağına ne kattı?

Mustafa Armağan’ın Kitap Zamanı’nda çıkan bir yazısı

Osmanlı İmparatorluğu’nu “müthiş bir belirsizlik bölgesi” ve tarihçilerin önüne konmuş “büyük bir bilmece” olarak gören Fernand Braudel, mevcut bakışlarımızın karşımızdaki gerçeği anlamaya yetmediğini, dolayısıyla daha fazla çalışmak gerektiğini söylemişti.

Osmanlı tarihi, uzun yıllar sabit ve hakkında son söz söylenmiş bir olgu olarak resmedildi. 1920’lerin ve 1930’ların tarih alanına getirdiği vurgu değişikliği, geçmişin tek bir karede dondurulabileceği yanılgısını da beraberinde taşımış oldu. Buradaki Osmanlı resmi, gelişmeyen, durağan ve pıhtılaşmış bir köhne kimliği tespit ediyordu. Bu görüş, yarı resmi bir tarih anlayışı şeklinde on yıllar boyu halkın ve tarihçilerin Osmanlı tasavvuruna bir “Roma katakombu” vazifesi gördü.

İşte 1970’lerin ortalarından itibaren Batı’da Osmanlı tarihçiliği bizi uyandırıcı bir işlev gördü; hor görmeye şartlandırıldığımız kendi gerçekliğimizle yeniden yüzleşmeye davet etti. Sarstı, hâlâ da sarsıyor.

‘Devletçi tarih’ anlayışı

Donald Quataert, Amerikalı bir ‘Ottomanist’, yani Osmanlı tarihi uzmanı. Alanı, iktisat tarihi. Daha önce dilimizle buluşmuş birkaç çalışması var. Osmanlı Devleti’nde Avrupa İktisadi Yayılımı ve Direniş (1881-1908) adlı kitabı (Yurt Yay., 1987), Osmanlı yöneticilerinin emperyalizme karşı verdikleri mücadelenin çeyrek yüzyıllık manzarasını ortaya koyuyordu. Sanayi Devrimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü (İletişim Yay., 1999) adlı çığır açan eserinde ise farklı bir yöntem izliyordu. Osmanlı tarihçilerinin genellikle “devletçi” bir çizgi izlediklerinden şikâyetle, iktisat tarihinin hep devletin kazanç ve kayıpları üzerine odaklandığını, oysa bu çalışmalarda üreten kesimin sesinin duyulmadığını belirtiyor, bu kesimin bir türlü özne olamamasını eleştiriyordu.

İşte bu “devletçi tarih” anlayışı sonucunda gerçekliğin yalnızca belli bir tabakasını (devleti) görüyor, öbürüne (halka) gözümüzü ısrarla kapatıyorduk. Yazarın 1973 yılında kaleme aldığı doktora tezi tam 35 yıl sonra Türkçeye çevrilirken yazarın tarihçilere yönelttiği benzer bir soru ve eleştiriyi bu defa köylüler bağlamında yinelediğini görüyoruz. Osmanlı tarım tarihi araştırmaları o kadar keskin bir devletçi bakışla ele alınmıştır ki, köylülerin seslerini bir özne gibi değil, olaylara maruz kalan pasif nesneler gibi duyarız. İşte devlet zenginleşti veya fakirleşti, işte emperyalizm geldi, sömürdü vs. eksenindeki klasik anlatılarda devletin bu en temel üretici ve vergi veren kesimi -ki yüzde 85’ini oluşturuyordu toplam nüfusun- gözden ırak tutulur.

Donald Quataert, Anadolu’da Osmanlı Reformu ve Tarım adlı bu eserinde Osmanlı’nın “çöküş yılları” diye lanse edilen II. Abdülhamid döneminin Anadolu’suna yeniden bakmaya davet ediyor. Eserinde gösterdiği bu şaşırtıcı dinamik resim, bildiklerimizden oldukça farklı bir gerçekliğe götürüyor. Anadolu köylüsünü değişimin salt alıcısı değil, devletle birlikte eşit aktörü olarak konumlandıran yazarın gayreti sayesinde pek çok bilinmedik yönünü tanıyoruz tarihimizin ve toplumumuzun. Bir yandan Sultan II. Abdülhamid’in tarımın ve çiftçiliğin geliştirilmesi için gösterdiği şahsî gayretler, kurulan numune çiftliklerinde modern tarımın makineli hale getirilmesi çabaları, öbür yandan Bağdat demiryolunun yapımıyla Anadolu’nun içine akan büyük hareketlilik, ürünlerin kıyı şehirlerine çok daha ucuz ve hızlı aktarılabilmesinin sağladığı ticari tarıma geçiş ve zenginleşme ile bütünleniyor. Bu resimde devlet, Düyun-u Umumiye’nin kaynaklarımızı emen varlığına rağmen hiç de pes etmiş görünmez. Tarım bürokrasisi kurulur. Ticaret odaları, Ziraat Bakanlığı (Nezareti), Ticaret ve Ziraat Meclisi, Ziraat okulları ve asıl tarım reformlarını yürütecek olan Ziraat Hey’et-i Fenniyesi… Tabii bu reformların finansörlüğünü üstlenecek olan Ziraat Bankası da verdiği kredilerle Anadolu insanının üretkenliğini artırma çabasının destekçilerinden biri olmuş, dahası, küçük üreticiyi tefecilerin elinden kurtarmıştır.

Edirne, Selanik, Sivas, Halep gibi imparatorluğun dört bucağında beliren örnek tarlalar, reformun sadece teoride kalmayıp pratiğe de aktarıldığının çarpıcı göstergeleridir. Abdülhamid ise bir yandan Amerikan tarım aletlerinin kontrolünü yapmakta, diğer yandan Iowalı bir mühendis olan David Kent’in Ziraat Bakanlığı’nda istihdamı için iradeler neşretmekteydi. Ayrıca Romanya’nın meşhur buğdaylarını incelemek için bir heyet gönderiyordu. Bursa’daki İpekçilik Enstitüsü’nde Müslüman talebenin azlığına hayıflanıyor, sayılarının artması için acil önlemler alınmasını istiyordu. Fakat bütün bu arayışlar arasında iki yeni ürünün Anadolu toprağı ve mutfağıyla buluşmasına şahit olmaktayız: Gül ve patates.

Bugün Isparta gülcülüğümüzün merkezidir ve adı bir yerde gülle özdeşleşmiştir. Ancak bu durum, Abdülhamid devrinde gülyağcılığıyla ünlü Bulgaristan’ın Kızanlık yöresinden gelen göçmenlerin bu bölgeye yerleştirilmesinden ve kendilerine binlerce gül fidanının bedava dağıtılmasından sonraya rastlar. Zaten iyi bildikleri bu tarımı yeni yerleştikleri topraklarda geliştiren göçmenler, her hasat mevsimi şehri gül kokusuna boğacaklardır.

Türkiye’yi anlamak istiyorsak

Patates ise yönetimin bir süre önce Anadolu’da yaşanan kıtlığın önlenmesi için devreye soktuğu önemli bir tarım ürünü. Önce Adapazarı, Söğüt, Eskişehir, sonraları Diyarbakır, Harput, Trabzon ve Erzurum’a, hatta Van’a ekilen patates, her türlü vergiden muaf tutularak özendirilmiş ve o kötü hava şartlarının yaşandığı yıllarda Anadolu’da açlığın büyük ölçüde önüne geçmeye yaramıştı.

Tabii ki Anadolu’nun fakirleşmesini durdurmaya yetmemiştir bu gayretler. Yine de Quataert’e göre “Abdülhamid idaresinin tarım reformlarında elde ettiği başarılar etkileyiciydi.” Her zaman istenilen sonuçlar alınamasa da, devletin öncülük rolü ve halkın önüne çıkar fırsatları değerlendirme çabası, Cumhuriyet döneminin de tarım paradigmasını oluşturacaktı.

Bugün Anadolu’nun Abdülhamid dönemindeki trajik ayakta kalma mücadelesinden akıllarda yalnız demiryolu düdüğü, kumpir tadı ve gülün kokusunun kaldığını söylemek muhakkak ki haksızlık olur. François Georgeon’un dediği gibi, bugünkü Türkiye’yi anlamak istiyorsak Abdülhamid dönemini incelememiz gerekir.

Bir cevap yazın