• Home
  • Genel
  • Ali Fuat Başgil ve İslam’da reform

Ali Fuat Başgil ve İslam’da reform

Ali Fuat Başgil ve İslam’da reform
Beşir Ayvazoğlu’nun yeni kitabı Siretler ve Suretler’in Ali Fuat Başgil bölümünü okurken nedense ölüm tarihi dikkatimi çekti: 17 Nisan 1967. Bu tarihi anlamlandırmak için olayları zihnimde birbirine ulamaya başlamıştım ki, ikinci bir nokta daha dikkatimi çekti: Bu tarih, bir hafta kadar öncesine rastlayan bir yıl dönümünü işaret ediyordu. Fakat heyhat! Aradan 34 yıl geçmişti ve 27 Mayıs sonrası halkın demokrasi umudu olan “ordinaryüs profesör” Ali Fuad Başgil’e bir anma toplantısını veya köşe yazısını bile çok görmüştük. Evet “hafıza-i beşer” unutmaya meyyaldir, lakin bizdeki ortak hafıza sanki hiç hatırlamamaya mahkum edilmişçesine suskun…

Talihin garip cilvesine bakın ki, Başgil hocanın söz konusu edeceğim İslam’da reform hakkındaki görüşlerini yine onun kütüphanesinden çıkmış olan bir derginin sayfalarından aktaracağım sizlere. Peyami Safa’nın çıkardığı Türk Düşüncesi’nin 1 Ocak 1959 tarihini taşıyan bu sayısında “Müslümanlıkta Reform Lazım mıdır?” başlıklı bir de anket düzenlenmiş, Başgil hoca dışında Sadi Irmak, Hilmi Ziya Ülken, Ali Nihat Tarlan, Mehmet Kaplan ve Nurettin Topçu’nun görüşlerine yer verilmiştir.

Ankete cevabında önce bir usul alimine yakışır şekilde kavramları netleştirmeye girişen Başgil, İslamiyet’in “gerek akideleri ve gerek ameli hükümleriyle Peygamber tarafından nasıl talim edildi ve gösterildiyse, hiç şekil değiştirmeden, on dört asra yakın bir zamandan beri devam edip gelmekte” olduğunu belirttikten sonra “İslamiyet’in ne itikadiyatında, ne de ameliyatında ‘deforme’ olmuş bir cihet yoktur ki ‘reforme’ olması bahis mevzuu olabilsin” sözleriyle kesin kanaatini ortaya koymakta ve eklemektedir: “O halde neyi ‘reformer’ edeceğiz? Bozulan, aslı kaybolan bir şey yoktur ki, asla irca bahis konusu olsun… Binaenaleyh İslam’da reform bahis mevzuu olamaz; ancak ‘içtihat’ bahis mevzuu olabilir.”

Başgil, dinin temel akidelerine dokunulmamak kaydıyla içtihadın her zaman mümkün ve içtihad kapısının her zaman açık olduğunu kaydettikten sonra “İmdi”, der, “bugün İslam dünyasının muhtaç olduğu ve beklediği şey, bence ‘reform’ gibi bir Hıristiyan taklitçiliği değil; fakat İmamı Azam Ebu Hanife gibi bir müçtehiddir. Fakat bütün mesele, bu yükseklikte bir din alimini bugün nerede buluruz, noktasındadır. Bunu bugün bulamayız. O halde yapılacak bir iş kalır. O da tek bir müçtehid yerine bugünkü İslam dünyasının en muteber din alimlerinden mürekkep bir ‘Diyanet Şurası’ kurmaktır… Böyle bir şuranın dini kararları Türkiye’mizin, hatta İslam dünyasının her tarafında kabule mazhar olur.”

Sözü Türkiye’deki dini buhrana getiren Başgil hoca, medreselerin 1926’da kapatıldıktan sonra ortaya çıkan boşluğun bir “dini otorite buhranı” ve “korkunç bir anarşi” doğurduğuna dikkat çeker. Son derece hayati noktalara parmak basan bu pasajı aşağıya alıyorum:

“Medreselerin kapatılmasını hiç kınamam ve kabul ederim ki, bu müesseseler, son devirde saplandıkları iskolastik tedrisat üzerine, faydalı değillerdi. Fakat medreseler kapatıldıktan sonra, diyanetin Türkiye milli bünyesindeki yeri ve ehemmiyeti göz önünde tutularak, ilk, orta ve yüksek kısımlarıyla modern ve mükemmel dini bir tahsil müessesesi kurulmalı idi. Bu sayede diyanetin muhtaç olduğu mütehassıslar ve yüksek din alimleri yetiştirilmeliydi. Otuz küsur sene ihmal edilen ve yüksek ilim ve esasları okutulup öğretilmeyen bir din, aşikar ki günün birinde cehalet ve anarşiye saplanacaktı.”

Meselenin kaynağına büyük bir vukufla eğilen hoca, muhtemel cevapları da “Bana Ankara’daki ilahiyat fakültesinden yahut imam hatip okullarından bahsetmeyiniz, rica ederim.” diye, geri çevirir ustalıkla. Çünkü “Laik üniversiteye bağlı fakülteler din alimi değil, din tenkitçisi yetiştirir. İmam hatip mektepleri İslamiyet’in yalnız elemanter (ilk) bilgilerini öğretmekle kalır. İslamiyet’in yüksek ilimleri, kelamiyat ve bediiyatı uzun seneler okutulmamak yüzünden bugün hemen hemen yok olmuştur.”

Bir taraftan şura, diğer taraftan da din alimleri yetiştirecek bir “İslam Külliyesi” (Bediüzzaman’ın da çok önceden böyle bir girişime öncülük ettiğini hatırlayınız) kurmak gibi hakikaten sadra şifa olacak iki köklü teklifte bulunan ordinaryüsümüzün söyleyecek daha pek sözü var; ama sütunumuza ancak bu kadarını sığdırabildim.

Dileyelim de 35. ölüm yıl dönümünde bütün eserleri bir dizi halinde okuyucusuna ulaşabilsin ve hala feyezan halindeki bu ilim kaynağı günümüzün giderek sığlaşan din tartışmalarına engin bir ufuk açsın.

Bir cevap yazın