Amerika ve siyasal İslam

Amerika ve siyasal İslam

11 Eylül 2001 sabahı gerçekleştirilen DTM ve Pentagon’a yönelik saldırılar, Amerika’yı ciddi bir ikileme düşürmüş görünüyor. Öteden beri “Hür Dünya”nın bayraktarlığını yapmış olan Amerika, bu süreçte kendi ideallerine taban tabana zıt bir noktaya sürükleniyor. Bundan sonra Amerika’nın, ancak halkının ve ekonomisinin güvenliğini temin ettikten sonra özgürlüklere kapı açabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Fakat asıl tehlikeli gelişme, Amerika’nın bir süper gücün alamet–i farikası olan soğukkanlı davranma yeteneğini kaybettiğine dair sinyaller vermesi. Savunma refleksleri ile hınç çıkarma dürtüsünün, devlet aklı ve Aydınlanmacı birikimin önüne geçebileceği tehdidi, Amerika’nın “yeşil” manzarasını giderek “çölleştiriyor”. Ve bu kültürel manzaranın içinden Maniheist bir ikicilik olanca gümrahlığıyla fışkırıyor: İyiler ve kötüler.

Amerikalılar iyileri temsil ediyor; diğerleri ise derece derece kötüleri. Dünyaya nizam vermeye niyetli bir gücün kendisini bu kadar ağır bir “tarafgir” konuma hapsetmesi, ister istemez kendi halkının bir kısmının da “onlar” yerine konulmasını getiriyor. İşte koyu renkli Pakistanlılar, Arap ülkelerinden vatandaşlar, hatta Türkler, olası 11 Eylül zanlıları mevkiine konuluyor ortak şuuraltında.

Artık Amerikalı vatandaşın kafasında şu fikir netleşiyor: Amerika gibi zengin bir ülkede yaşadığımız için çok şanslıyız. Bizim kadar zengin olmayanlar bizi kıskanıyor. Kıskançlık şiddete dönüşüyor.

Tabiatıyla ardından alınacak tedbirler cümlesi arz–ı endam eyliyor. “İyilerin ülkesi Amerika’ya kötülerin saldırıları cevapsız kalmayacak” denilerek Tv’lerden siyasete büyük bir sansür mekanizması harekete geçiriliyor.

Özgürlüklerin sınırlanması, yabancıları yargılayacak olağanüstü yetkileri haiz askerî mahkemelerin kurulmasına kadar varıyor. Savaş halindeki bir ülkede “düşmanı” normal hukuk sürecinde yargılamanın mümkün olmadığı bile savunuluyor. Askerî mahkemeler devreye girerse, Amerika’nın o çok gurur duyduğu “jüri” sistemi ortadan kalkmış olacak. Adalet sistemini by pass etmeye yönelik bu tedbirler, Amerika’nın ünlü köşe yazarı William Safire’ı bile isyan ettirmişe benziyor.

Ve İslam; özellikle de siyasal İslam.

Bütün bu toz duman arasında herkesin dilinde siyasal İslam, İslam fundamentalizmi laflarıdır gidiyor. Gözü kapalı bir şekilde İslam ile siyasal İslam’ı özdeşleştirmeye kalkanlar bizde de bol bol çıktığı için fazla yadırgamıyorum; ama yine de Fukuyama gibi akıldânelerin yazdıkları, bir Müslüman olarak tüylerimi diken diken ediyor.

Mesela şu satırlar yeterince düşündürücü değil mi sizce de?

“İslam, görünüşe bakılırsa, modernliği bir blok halinde dışlayan Usame bin Ladin ya da Taliban gibi kimseleri düzenli bir şekilde üretecek yegane kültürel sistemdir.”

Ezcümle, ‘çağdaş terörizmin yegane kaynağı, İslam’dır’, demeye getiriyor hazret.

Amerika’nın, suçu birilerine fatura ederek işin içinden sıyrılamayacağını bilmesi, “kötüler”e karşı “iyiler” formülünün kısa vadede cazip de olsa, daha vahim çatışmalara gebe olduğunu görmesi, kendisinin dünyanın bir parçası olduğunun şuuruna ve nihayet bir zamanlar yürüttüğü izolasyonist politikanın dünyadan kültürel bir tecride dönüşmesi sonucunda Amerika’nın daha fazla çölleşeceğinin farkına varması lazım.

Siyasal İslam’ın modernleşmenin bir ürünü olduğu görülmedikçe ve modernliğin evrensel olup olmadığı sorgulanmadıkça, bu tartışmalar bitmez. Siyasal İslam’ı da, Amerikan hayat tarzını da, yaşadığımız dünyanın realiteleri olarak soğukkanlılıkla ele almak zorundayız.

29.01.2002

Bir cevap yazın