Biri herkesi gözetliyor
Giderek büyük bir hızla bir “teşhir mekânı”na dönüşüyor televizyon kanalları. “Görünüyorum, o halde varım”. Descartes’ın ünlü “Düşünüyorum, o halde varım.” sözünün bugün vardığı nokta maalesef bu. Televizyona uygulayınca, ekranda görünmek, varolmak anlamına geliyorsa artık bu paradoksal durumu yeniden düşünmenin zamanı gelmiş demektir.
Bakın en ciddi tartışma programlarına: En değerli sözlerin, şovmenlerin yanında çok geçmeden sıfıra müncer olduğunu ibretle müşahede edeceksiniz.
Tv ekranı, aslında müthiş ve görünmez bir iktidarın evlerimize kadar girmesi anlamına gelir. Planı programıyla, bilimsel desteği ve olanca silahlarıyla donanmış bir yönetmen–yapımcı–teknik eleman ordusu karşısında biz çaresiz insanlar koltuklarına gömülmüş, gözlerine ve kulaklarına sunulanı içiyoruz.
Bunun iç dünyamızda hazımsızlık yapması kaçınılmazdır. Bu bombardımanın hazmedilmesi içindir ki Tv dergileri, şoku atlatmaları ve elleriyle dokunacak kadar yakınlaşmaları için dedikodu ve magazin ekleri, spor gazeteleri çıkartılır.
Ben eskiden hafta başında birbirlerine futbol maçlarını hararetli hararetli anlatan insanlara kızardım malayani işlerle vakit kaybettikleri için. Bugün artık böyle düşünmüyorum. Neden mi? Çünkü pazartesileri, hafta sonlarında yaşadıkları televizyon ağırlıklı yoğun şokların etkisini konuşarak ve paylaşarak üzerlerinden atmaya çalışıyor aslında insanlar. Popüler kültürün müşterilerinin bu paylaşma tarafını iyi anlamak gerekiyor. Şu günlerde çokça konuşulan Biri Bizi Gözetliyor programı da ortak kültürümüze batan kıymıklardan birisi. Onu sosyal hafızadan atmak kolay olmuyor bu yüzden.
Şimdi soru şu:
Bu programda kimler gözetleniyor gerçekte?
O eve toplanan 15–20 genç mi? Hiç sanmıyorum.
Gözetleneceklerini bile bile kameraların altında yaşamaya razı olan (razı olmak ne kelime, can atan) insanların gözetlendiğinden söz etmek saçma olmaz mıydı?
Oysa burada başka bir şey var: Gözetlenenleri gözetleyenleri gözetleyenler!
Yani o evdeki gençleri gözetlediklerini sanıp da Tv ve bilgisayar ekranlarının başına toplanan milyonlar var ya, ekran başına yığıldıklarını gözetleyen şirketler, medya patronları, reklamcılar, yapımcılar ve yönetmenler; ellerini ovuşturanlar ve asıl gözetleyiciler onlardır.
Televizyon, aslında her eve sokulmuş bir gözetleme aleti. Hayır, seyredenler değil, seyredenleri seyredenler var. Filanca programı kaç kişi izledi? Bu bilgiler anında reklam ajanslarına, oradan şirketlere, yani reklam verenlere akıyor ve o program daha çok veya daha az reklam almaya başlıyor.
Bu müthiş girdabın, yönetmeni de, yapımcıyı da, Tv patronunu da, oyuncuları da etkilememesine imkân var mı?
O zaman evlerdeki televizyonların aslında birer gözetleme kulesine dönüştüğünü ve buradan o evlerin içinin gözetlendiği sonucunu çıkarmak yanlış mı?
Bourdieu, gözbağcılar numaralarını yaparken seyircinin dikkatini başka bir yere çeker, der. Televizyon da aslında, görülmesi gerekeni gizleyerek insanları aldatan ve illüzyona düşüren bir gözbağcı kutusu.
Bir evin içini gösteriyor gibi yapıyor. Ama asıl derdi, sizin reklam kuşağına “koltuğunuza yaslanarak” teslim olmanız ve gözetlendiğinizi asla fark etmemeniz.
Televizyon daha icat edilmeden önce Cesur Yeni Dünya’yı yazan Aldous Huxley, gelecekte insanların sakinleştirici haplarla uyuşturularak itaat ettirileceğine dair bir ters ütopya tahayyül etmişti. Huxley’in tahmin edemediği, yalnızca kehanetinin teknolojik unsuruydu. Bugün aslında benzer bir uyuşturucuyu hepimiz her gün alıyoruz ve adına da “televizyon” diyoruz.
Biri herkesi gözetlerken bizi gözetleyenin kim olduğunu bu sayede anlamıyoruz işte.
05.02.2002