Bir özü savunmak; asıl şimdi!

Bir özü savunmak; asıl şimdi!

“Katı olan her şey buharlaşıyor.” Marx’ın, kapitalizmin baş döndürücü gidişatı hakkında yaptığı bu yakıcı tespit, 19. yüzyılın ikinci yarısı için söylenmişse de, asıl anlamı günümüzde kavranmış bulunuyor. Artık eski saflık ve katılıklarını yitiren, melez, yumuşamış ve köşeleri tıraşlanmış iddiaların, nesnelerin ve eylemlerin dünyasında yaşıyoruz. Fundamentalizmler ve ideolojiler, aslında belli bir süre bu her şeyi birbirine benzeten büyük akıntıya karşı koymaya çalıştılar ama nafile. 1970’lerde “ideolojinin sonu”nun (D. Bell), ardından 1990’larda “tarihin sonu”nun (Fukuyama) ilan edilmesine engel olamadılar. Postmodernizm işte bu buharlaşma çerçevesine çok uygun bir poz verdiği için gözde bugün. “Artık temel diye bir şey yok”, bu yeni akımın “temel”(!) sloganı. Bir özü savunmak, stratejisini temellere değdirmeye ayarlamış bir görüşe bağlanmak, modern zihni yırtacak bir aykırı tavır geliştirmek yasak bölgeye girmişçesine telaşlandırır oldu insanları. kendini akıntıya bırak! Bugün insanoğluna tavsiye edilen en munis davranış tarzı bu. Otoriteler, bilim adamları, “büyükler” sizin yerinize düşüneceklerdir nasıl olsa. En ince ayrıntısına kadar hayatınızı, beyninizi, ruhunuzu hatta, uzmanlara teslim etmelisiniz rahat ve huzurlu olabilmek için. İnsanlık, bu küresel konformizme teslim olmak üzere. Ve Aydınlanma’nın amaçladığının tam tersine, düşünmeyen, mutlak olarak itaatkâr insan tipi bir salgın hastalık gibi yayılmaktadır dünyaya.

Kant ne diyordu ünlü denemesinde: “Aydınlanma, insanın kendini yine kendisinin yakalandığı bir vesayetten kurtarmasıdır.” Kurtuluşun yolunu da, “Aklını kullanma cesaretini göster” diyerek belirliyordu. Kant, aklını başkasının vesayetine terk etmiş bir insanlığın erginleşmiş sayılamayacağını iddia ediyor ve bundan kurtulmanın reçetesini sunuyordu.

Oysa bugün “sessiz çoğunluk” haline getirilmiş kitle, hayatın yüzeyine daha bir yapıştırılmış durumda. Medya vasıtasıyla uyuşturucular boca edilmekte aklımıza; ve bazı Tv programlarında denildiği gibi “koltuğunuza kurulup kendinizi teslim etmemiz”den başka bir şey istenmemektedir bizden.

Eskiden belki insanlar daha az okur–yazardı ama hayatın içinden farklı yoğunlukları yakalayıp irfana dönüştürmekte daha başarılıydılar. Basit bir çömleğin üzerindeki metafizik bir anlama sahip motiften tutun da, sözün ve sükûtun âdâbına kadar pek çok derinliği yakalayabiliyorlardı. En azından bizimki kadar tekdüze, standart ve asker gibi itaate hazır insanlar değillerdi. Genel düşünceye karşı çıkarılacak bir eşkıyaları her zaman mevcuttu.

Baudrillard bugünkü itaat zihniyetini en bariz bir şekilde uçağa binenlerin psikolojisinde görebileceğimizi söyler. Adımınızı attığınızdan itibaren hemen bütün hürriyetleriniz elinizden alınmıştır: Kemerinizi bağlayın, ayağa kalkmayın, filan aletleri çalıştırmayın, kalkışta ve inişte önünüzdeki masayı kapatın, önünüze uzatılan yiyecek ve içecekleri belli bir sürede yiyip belli bir sürede iade edin vs.

Bu itaat psikolojisi iliğimize işlemiş durumda. “Deprem Dede”nin 17 Ağustos’u müteakip hepimizi nasıl sokağa döktüğünü ve boşu boşuna parklarda yatırdığını hatırlayacaksınızdır.

Bugün derinliği algılayamayan insanlar olarak görüntüyle cilalanmak ve gözlerimizin önüne kalın bir perde çekerek yaşamaya devam etmek rahatlatıyor bizi. Daha da önemlisi, içine sıkıştırıldığımız medyatik mağaranın dışını görme arzumuzu köreltmiş olmaktan dolayı huzurluyuz.

Bize insan olmanın en derin ve renkli tabakalarını unutturan bu yüzeye yapışıp kalmaya isyan edecek özcü eşkıyalara, büyük ruh kahramanlarına, karanlığı elleriyle yırtacak ve önümüze insanca yaşamanın çoktan unuttuğumuz formüllerini cömertçe fırlatacak serdengeçtilere bugün her zamankinden daha çok muhtacız.

Bir özü savunmak; asıl şimdi!

19.03.2002

Bir yanıt yazın