Bir tatil yazısı

Bir tatil yazısı 
Ne zamandır gömülüp kaldığımız İstanbul’un kumpasından kendimizi kurtarmak için hafta başında Yalova’ya gittik ailece!.. Bu sıcakların bunalttığı günlerde çocukların da nefes almaya meğer ne çok ihtiyaçları varmış!..

Yalova 77. ilimiz. Uzun yıllar boyu İstanbul’un kazasıydı. Halbuki Attila İlhan’ın dediği gibi eğer bir ile bağlı olması gerekiyorduysa Yalova’nın, o il İstanbul değil, Bursa olmalıydı. Yalova’sız bir Bursa, kolu kanadı kırılmış, denizle, dolayısıyla İstanbul’la bağlantısı epeyce zedelenmiş eksik bir şehirdir.

Lakin Yalova şimdi il oldu. Nüfusu hızla artıyor Yalova’nın. Şimdilerde İstanbulun sayfiyelerinden biri olma yolunda. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başlattığı deniz otobüs seferleri sayesinde Yenikapı’dan müthiş konforlu bir yolculukla 50 dakikada Yalova’da oluyorsunuz. Yani günübirlik bile gidilip gelinebiliyor İstanbul’dan Yalova’ya. Hele İzmit köprüsüyapıldığında Kozyatağı’ndan arabasına binen birisi en geç 1 saatte Yalova’ya ulaşabilecekmiş. Bu kolaylıkların Yalova’yı İstanbul’un ne kadar yakınına getireceğini varın siz tasavvur edin.

Tabii İstanbul’un hastalıklarını Yalova’ya taşımamak son derece önemli. 1970’lerin ortalarında tanıdığım Yalova, munis, kendi halinde, köy ile şehir hayatını beraber yaşatan bir sahil kasabasıgörünümündeydi. Keşfedilmemiş kumsalları, gümrah ormanları, temiz havası ve bol suyuyla, şeftali ve elma bahçeleriyle, İstanbul ve Bursa gibi iki büyük şehri birbirine bağlayan kilit taşı rolüyle çok sevdiğim yerlerden biriydi. Ne var ki bütün hızla büyüyensahil yerleşmelerinin başına gelen, Yalova’nın da başına gelmekte gecikmedi. Önce sahiller, sonra arkasındaki yol boyları, sonra daha geridekiler derken ormanlar ve güzelim zeytin, şeftali ve elma bahçeleri, mümbit tarlalar bir bir yazlıkçı müteahhitlerin becerikli(!) ellerine teslim edildi. Bugün Yalova’nın merkezinin Türkiye’nin herhangi bir sahil şehrinden farkı kalmamış gibidir.

Daha içerilere gittiğinizde ise bahçe ve tarlaların üzerine inşa edilmiş, her birisi bir servet değerindeki villalarla karşılaşıyorsunuz adım başı. Zira buralar aynı zamanda turistlerin, özellikle de Arap ülkelerinden gelen turistlerin hala rağbetettikleri yeşilliği bol yerler.

Size lafın gelişi Yalova’ya gittik dedim. Aslında Yalova’daki Termal Kaplıcaları’na gittik demeliydim. “Termal” denilince gidip de görmeyen insanların gözünün önüne kalabalık bir yerleşim yeri gelebilir. Onun icin şu kısa açıklamayı yapmama izin verin: Oldukça eski bir tarihi var Termal Kaplıcaları’nın. Zaman zaman Bizans Saray’ından buraya gelip zevk ü safa edenler olduğu biliniyor. Osmanlılar döneminde de kullanılmış olan bu kaplıca bugünkü haline Sultan II. Abdülhamid sayesinde kavuşmuş. Tahta çıkışının 25. sene-i devriyesinde kendi özel gelirinden vererek “Tecdid ve İhyaeylediği kaplıca binasının şurasında burasında, ilginçtir, Roma devrine ait bazı kabartmalar muhafaza edilmiş. Onların bir Osmanlı eserinin bünyesinde yaşaması temin edilmiş böylece.

Termal’de bir açık yüzme havuzu, kadınlar ve erkekler için ayrı havuzlu kaplıcalar, ayrıca ailece girilip yıkanılabilecek müstakil banyo kabinleri mevcut. Kabinler saatle tutuluyor. Genellikle tedavi amacıyla gelenler olduğu gibi (romatizma, siyatik, cilt ve kadın hastalıklarına iyi geldiği öteden beri biliniyor) madenlerin içinden süzülüp gelen kaynar suların dinlendirici hassalarını vücutlarına depolamak maksadıyla gelenler de oluyor. Bir de bizim gibi hem dinlenmek hem de gelmişken kanlarını tazelemek için gelenler var.

Ancak Termal civarında yalınız oteller mevcut ve fiyatları her keseye uygun değil. Bunun için kaplıcanın üstündeki sırtta bulunan Gökçedere Köyü’nde oda yahut daire kiralanıyor, buradan gerektikçe kaplıcaya iniliyor. Kaynar sularda bir güzel haşlandıktan sonra insanı tık nefes bırakan bir yokuşu arabanız yoksa- tırmanmanız gerekiyor; ama olsun, yol üzerinde ayran ve böğürtlen satan köylü çocuklardan, ekşi elma ve karadut satan tezgahlardan aldıklarınızı atıştırmaya başlayınca bütün yorgunluğunuzu atıyorsunuz üzerinizden.

Gökçedere küçük bir Arap ülkesi gibi. Hemen her Arap ülkesinden bir ya da birkaç aile bulmak mümkün burada. Gökçedere’de Araplar büyük bir cami de yaptırmış. Bir mahallesinin adı da Arap Mahallesi zaten. Burayı canlandıran ve ayakta tutanlar Araplar olduğu halde ahali arasında onlardan hala “Pis Araplar” diye söz edilmesi gerçekten de üzücü. Turizm Bakanlığı’nın burayla hemen hiç ilgilenmemiş olması da ayrıcadüşündürücü

Bu yazıyı Gökçedere’den yazıyorum. Birkaç günlük dinlenme sanki işe yaramış gibi geldi bana. Küçük bir tatil derkenarıyazayım diye başladığım yazı, kalemimi o kadar cezbetti ki ne Edward Said hakkında yazmayı düşündüğüm yazıya yüz verdi, ne de Almanya ve İsviçre ‘deki türban yasağını davul zurnayla karşılayan Güneri Civaoğlu hakkındaki eleştirime.

Tatile kalemimin de fazlasıyla ihtiyacı varmış anlaşılan!..

Sarmaşık 

Zürafa’nın düşkünü, beyaz giyer kış günü

İki “a” da çekerekzürafa” ahenginde söylenen kelime, bittabii, uzun boyunlu malum Afrika hayvanıyla ilişkili değildir. “Zarif”in cem (çoğul) şeklinden alınmış, telaffuzu değiştirilmiştir. O zümreye neden böyle denilmiştir? Herkesin, bilhassa aynı tarikat veya güruha mensup olmayanların anlayamayacakları bir hususi lehçe, bir argo kullanmalarından, göz süzerek, kaş oynatarak, imalı söz atarak konuşmalarından, zarafet satmalarından, bir de yine herkesinkine benzemeyen kıyafet farkları gösterip bazıalametler, işaretler taşımalarından! “Zürafa”lar daha ziyade beyaz renkte elbiseler giyerler, boyunlarına beyaz birer ipek mendil sararlar ve mendilin uçların muayyen şekilde bağlarlar; saçlarını da kısa keserler.

Zürafanın düşkünü, beyazlar giyer kış günüsözü de servetini yedirdikten sonra sefalete düşen ve kış mevsiminde sandıkdibinde kalmış keten elbiselerle süslenen bu meslek kadınları için söylenmiştir. Refik Halid (Karay), Üç Nesil Üç Hayat, tarihsiz, Semih Lütfi Kitabevi, s. 48.

Bir cevap yazın