Deprem nasıl tartışılır?

Deprem nasıl tartışılır?
Dramatik yüzünü hemen her gün ekranlardan izlediğimiz 17 Ağustos depremi üzerine yazılıp çizilenler arasında bir nokta vardı ki, nedense çok cılız bir ilgi uyandırdı aydınlarımız arasında. İtirazlar kadar, cevaplar da yeterince olgun ve seviyeli bir görüntü arz etmedi.

Tıkanmış, sığlaşmış kültür ortamımızın bir resmiydi bana kalırsa, gazete köşelerindeki kötülük (teodise) tartışmalarından tüten.

Oysa bir Lizbon depremi vardır ki, 18. yüzyılın ikinci yarısını, hatta 19. yüzyılı etkilemiştir doğurduğu tartışmalar. Bir bakıma Avrupa’da din felsefesi alanındaki tartışmaların gidişatını etkilemiş, Allah’a inanan ve inanmayan grupların saflarını belirlemelerine yardımcı olmuştur bu deprem.

1755 Lizbon depremi, Aydınlanma Çağı’na rastlar. Kötümser Voltaire, bu depremin, içinde yaşadığımız dünyanın “mümkün dünyaların en iyisi” olduğu yolundaki Leibniz’den destek bulan görüşü çürüttüğünü ileri sürer. Çünkü ona göre bu dünya iyi olsaydı, binlerce (bazı rakamlara göre ölü sayısı 70 bindir) masum insan, altı dakika süren depremde yeryüzünden silinmezdi.

Üstelik Lizbonluların boğazlarına kadar günaha battıkları da söylenemezdi. Deprem öncesi dönem, Portekiz tarihinde dindarlığın en fazla arttığı yıllara tekabül etmekteydi. Kaldı ki, Voltaire’e göre, Lizbon, çılgınlar gibi dans edilen Londra ve Paris’ten daha mı çok günahkardı ki bu felaketi yaşadı? Lizbon yıkıntılar içinde can çekişirken Londra ve Paris zevk içinde yüzmekteydi. Kötülüğün yeryüzünde kol gezdiğini bu deprem bir kere daha ispat etmiştir. Bu dünya, sonuç olarak, kötüdür Voltaire’in gözünde.

Aydınlanma Çağı’nın “yaramaz çocuğu” Rousseau ise tam tersine alabildiğine iyimserdir. O, bütün kalbiyle Tanrı’nın iyiliğine inanmak gerektiğini haykırmakta, çekilen acılar ve şahit olunan kötülüklere, fıtraten iyi olan insanın fıtratından uzaklaştırılmasının, bozulmasının yol açtığını söylemektedir.

İlginçtir Rousseau, sanki bugünü anlatıyormuş gibi, Lizbon’daki altı yedi katlı apartmanları yapan insanları suçlar. Bu yüksek binaları yapmak, gerçekte tabiata ve Tanrı’nın koyduğu kurallara aykırı davranmayı seçmek demektir. “Eğer” der Rousseau, “Bu büyük şehrin sakinleri daha eşit biçimde dağıtılmış ve daha rahat [yatay bir şekilde – M.A.] yerleştirilmiş olsalardı, hasar çok daha az, belki de hiç olmayacaktı.”

Rousseau, kötülüklerin Tanrı’dan ve onun yaratığı olan tabiattan gelmediğini, insanın kendi kendisine kötülük yaptığını savunur. İnsan, eğer yaratılışında mevcut olan “iyilik”e döner ve orada mündemiç bulunan iyi özelliklerini yeniden keşfedip ortaya çıkarabilir ve bu iyiliğin emrettiği şekilde yaşamayı seçerse, halen kötülük gibi görünen şeyler, bir daha başına gelmeyecektir. Ona göre başımıza ne gelmişse, fıtratımızdan uzaklaşmamızdan gelmiştir.

Voltaire’in kötümserliğine karşı Rousseau’nun iyimserliği çarpışmıştır Lizbon depremi sonrasında Avrupa semalarında.

Yalnız ikisi mi, devrin pek çok Avrupalı aydını, Lizbon depremi sonrasında kaleme sarılmış, enine boyuna edebiyatını yapmışlardır depremin.

Mesela o sırada 6 yaşında olan Goethe, çok sonraları, depremin ruhunda ve zihninde açtığı gedikleri hangi gayretlerle kapatmaya çalıştığını anlatacaktır.

John Wesley, depremlerin nedenini, o sırada kıyasıya işletilen engizisyon zulümlerine bağlar. Engizisyondaki işkencelere Tanrı’nın verdiği bir cezadır deprem ona göre.

Sonuç olarak Lizbon depremi, kötülük probleminin en yoğun biçimde tartışıldığı ve Aydınlanma Çağı düşünürlerinin görüşlerini sınadığı bir laboratuvar hüviyetini kazanmıştır. Kötülüğün kaynağı üzerinde ciddi tartışmalar cereyan etmiş, ateizm, hatta Voltaire türü deizm, bu deprem sonrasındadır ki, toplumsal planda meşruiyet ve yaygınlık kazanmıştır.

Lizbon depremi, yalnızca yeri yarıp içine binaları ve insanları doldurmakla kalmamış, çağın düşünürlerini de ikiye ayırmış ve Batı düşüncesi tarihinde bugün hala izlerini seçebildiğimiz derin bir fay hattının oluşumuna kapı aralamıştır.

Asıl sarsıcı olan ne biliyor musunuz? Konformizme, rahatlığa boğazına kadar batmış bir ortamda, depremin suçunu kimimizin müteahhitlere, kimimizin ise devlete yüklemesi. Kimsenin kendisini suçlamak istemediği; ama gelin görün ki, herkesin bir suçlu bulayım da rahatlayayım mantığıyla hareket ettiği bir kültürde derinleşme sağlanabilir mi? Derinleşme için bir çelişki lazım, çelişkiyi kabul eden, ondan rahatsız olan ve onu aşmak için çaba gösteren insanlar lazım. Kendisine tövbe toz kondurmayan insanlar nasıl tartışabilirler ki mevcut konumlarını?

Bir cevap yazın