Devletler savaşlarla ilgili karar alırken uzun pazarlıklar yapıyor. Bu günümüze özgü değil, tarihte de sık sık yaşanmış bir olgu. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Enver Paşa’nın Almanya ile yaptığı pazarlık ise özellikle çok ilginç.
GAZETELERDE ABD eski Hazine Bakan Yardımcısı John B. Taylor’ın ‘Küresel Para Savaşçıları’ adlı kitabından aktarılan ve 1 Mart tezkeresi öncesi ABD’ye giden Devlet Bakanı Ali Babacan ve Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın yaptığı sıkı pazarlığın ayrıntıları yer aldı.
Buna göre Bakan Babacan iyimser senaryoyla 92, kötümser senaryoyla 138 milyar dolarlık iki muhtemel savaş maliyeti çıkarıp koymuş ABD’lilerin önüne. Bu ödenmedikçe Türkiye, Irak’a kuzeyden cephe açılmasına yanaşmayacakmış. İşin ilginci, Condoleezza Rice görüşme sırasında kaş göz işaretiyle Babacan’ı altı milyar dolarlık ABD teklifini kabule zorluyormuş! Ancak rivayete göre bizim taraf Plevne savunması taktiği izleyerek ‘İmkanı yok, kurtarmaz’ diye diretmiş.
İşte bu inatlaşmaya dayanamayan George W. Bush, o meşhur, ‘Bunlar at pazarlığı yapıyor’ vecizesini oracıkta irad etmiş. Gerçi iktisatçı Taylor’a göre bu bir hakaret veya küçümseme ifadesi değilmiş. İltifat olarak alınmalıymış. Ancak bilindiği üzere anlaşma sağlanamadı, AKP de meclisi serbest bırakmış oldu ve tezkere reddedildi.
Lafı nereye getireceğimi anladınız sanırım. Tarihin geniş yatağında ‘Acaba benzer bir olay daha önce akmış mıydı’ diye bakınırken, hafızama bizim o zamanki tabirle Harb-i Umumi’ye, yani Birinci Dünya Savaşı’na girişimiz sırasında yaşanan ilginç ayrıntılar yağdı.
Birinci Dünya Savaşı’na 29 Ekim’de Said Halim Paşa Yalısı’nda karar verilmişti. Donanmamıza yeni katılan Goeben ve Breslau adlı iki savaş gemisi, Karadeniz’de Rus limanlarını bombalayıp savaşı fiilen başlattıklarında sadrazam dahil bakanlar kurulu üyelerinin çoğunluğu habersizdi olan bitenden. Bu savaşa neden girmiştik? Almanya ile Fransa, Rusya ve İngiltere arasında kıyasıya bir savaş başlamıştı ama henüz sıra bize gelmemişti. Ama Enver, Talat ve Cemal Paşaların beklemeye tahammülleri yoktu. Onların tahammülleri vardı belki ama Almanya’nın yoktu.
NASRETTİN HOCA FIKRASI
Aynı 29 Ekim günü Osmanlı Meclisi’nde İçişleri Bakanı Talat Bey, milletvekillerine bir Nasreddin Hoca fıkrası anlatmaktaydı. Hoca bir gün eşeğiyle bir bostanın yanından geçiyormuş. Canı çekmiş kavun karpuzları ve bulduğunu heybeye yüklemiş. Bu sırada bostan sahibi çıkagelmez mi? ‘Hoca ne yapıyorsun’ diye çıkışmış. Hocanın cevabı şu olmuş: ‘Yoldan geçerken müthiş bir fırtına başladı. Tutunacak bir şeyler ararken senin kavun karpuzların sapına yapışmışım. Tuttuğum elimde kalıyordu.’ Adam dalga geçildiğini anlayınca, ‘İyi güzel de şu heybeye nasıl girdiler’ diye sormuş. Hoca da, ‘Ben de ona bir türlü akıl erdiremiyorum ya’ cevabını vermiş.
Talat Bey’in neyi kastettiğini anladınız herhalde. Savaşı kimin çıkardığı, neden çıktığı, şu bu önemli değildi. Kendileri de -sözde- akıl erdiremiyorlardı gemilerimizin gidip Rus limanlarını bombalamasına. Aman canım, çıkmıştı işte. Şimdi asıl sorulması gereken soru şudur: Ülke bu savaşın altından nasıl kalkabilecektir? Nasıl kalkılamadığını biliyoruz ama aradan 92.5 yıl geçmesine rağmen yine de kafalarda savaşı kimin ve niçin açtığı tam olarak netleşmiş değil.
1 Ağustos 1914’te İngiliz tersanelerinde yapılan ve Türkiye’ye teslim edilmesi gereken Sultan Osman ve Reşadiye adlı muazzam savaş gemilerine İngilizler el koymuştu. Korkuları, bu gemilerin, özellikle de zamanın harikası Sultan Osman’ın Almanların eline geçecek olmasıydı. Eğer Almanya bu iki savaş makinesine sahip olursa İngiltere’nin işi hakikaten zorlaşacaktı. Çoluk çocuğun rızkından artırdığımız paralarla son kuruşuna kadar ödemesini yaptığımız gemilere el konuluşu, Osmanlı liderlerinin Almanya’yla başlattıkları görüşmeleri hızlandırmalarına yol açacaktı.
Almanya Osmanlı Devleti’ni safında istiyordu çünkü hem Doğu’daki çıkarları için hayati önemdeydi hem de Osmanlı’nın katılmasıyla Rusya ittifaktan kopacak, bir anda Berlin, Basra Körfezi’ne bağlanmış olacak, İngiliz ve Rus emperyalizmlerine karşı bir yeşil kuşak oluşacak, savaş kazanıldığı takdirde Osmanlı Devleti’nin yeniden dizaynı Almanya için bulunmaz bir fırsat oluşturacaktı.
Gemilere el konulduğu 1 Ağustos’ta beklenen anlaşma imzalandı. Ancak anlaşmanın bir savaş ittifakına götüreceği düşünülmüyordu. Osmanlıların aradığı, topraklarına saldırıldığı takdirde Almanların yardım etmesiydi. Peki Almanlar, bu fedakarca anlaşmayı Osmanlı’nın kara kaşı, kara gözü için mi imzalamışlardı? Yoksa gizli bir güvence mi almışlardı?
1968’te Princeton Üniversitesi Yayınları tarafından ‘Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu-Germany and the Ottoman Empire 1914-1918’ adlı kitap çıkıncaya kadar bu bir sır olarak kaldı. Alman diplomatik arşivlerini inceleyen araştırmacı Ulrich Trumpener, sonunda o gizli belgelere ulaşmayı başardı.
İŞTE 93 YILLIK O SIR!
Trumpener’e göre 1 Ağustos günü yapılan görüşmede Enver ve Talat Beyler Büyükelçi Wangenheim’a, dünyanın en güçlü savaş gemisi Sultan Osman’ı vermeyi taahhüt etmişler, Almanları böylelikle razı edebilmişlerdi kendilerine yardım etmeye. İşin garibi, Enver Paşa bu teklifi yaptığında gemiye el konulduğunu sadece İngiliz istihbaratı biliyordu! Ve aynı Enver Paşa, artık nasıl bir istihbarat aldıysa, aynı gün İttihatçı liderlere İngiltere’nin Sultan Osman gemisine el koyduğunu açıklıyordu! Bu nasıl olabiliyordu? Sözün özü, Enver Paşa, zaten İngilizlerce el konulmuş bir savaş gemisini, yani olmayan ve hiç elinde olmayacak bir varlığı vaat ederek kandırmıştı Almanları. Görünen o ki, Alman istihbaratını iyi uyutmuşlardı.
Bundan sonrası daha ilginçtir. Enver Paşa, Wangenheim ve Liman Von Sanders’le baş başa bir görüşme yaparak savaş planlarını gözden geçirmişti. Fakat bu kandırma, bizi doğrudan savaşın içine sokacaktı. İngiltere’den teslim aldığımız Sultan Osman’ı Kuzey Buz Denizi’nde bulunan Alman donanmasına teslim edecektik. Paşa’nın bu sözüne güvenen Almanlar, sonradan adları Yavuz ve Midilli olan daha küçük çaplı iki gemiyi İstanbul’a göndermekte bir sakınca görmediler. Ancak ufak bir sorun vardı.
Enver Paşa, kendi kafasından verdiği sözleri ne Başbakana, ne de kabineye, ne de askerlere danışmıştı. İstanbul’da savaşa karşı olan cepheye toslamıştı kararı. Hükümet gemilerin İstanbul’a gelmesini engellemesini istedi Berlin’den. Ancak Amiral Souchon’u durduramadı Berlin’den gelen telgraf. Gemiler Çanakkale Boğazı’na yaklaştığında takvimler 6 Ağustos’u gösteriyordu. Yavuz ve Midilli, arkalarından gelen İngiliz filosundan kurtulmak için çırpınıyorlardı.
SAVAŞA GİRME GARANTİSİ VERDİ
Enver Paşa ile danışıklı dövüş müydü, orası meçhul. Lakin Sadrazam Said Halim Paşa, ellerine düşmüş olan Almanlara altı uzun vadeli şartı dayatmıştı: Kapitülasyonların kaldırılması, kazanılırsa ganimetten pay verilmesi… Ve bu iki geminin Osmanlılara satılmış gibi gösterilmesi. Dedikleri oldu. Türk liderlerinin kendilerini bağlamadan girdikleri bu oyunda usta oldukları ortaya çıktı.
Peki hani at pazarlığı?
Enver Paşa, o gizli görüşmede siyasi ağırlığını abartmış ve Türkiye’yi ekim ortalarında savaşa sokacağına dair güvence vermişti. Bunun için tek şartı, orduyu desteklemek için verilecek iki milyon sıcak Alman altınıydı. Ancak Almanlar bu parayı İstanbul’a ulaştırdıklarında Yavuz ve Midilli Karadeniz’e çıkarak Rus limanlarını bombalayacak ve savaşı başlatacaktı. Almanlar bir daha köşeye sıkışmışlardı. 21 Ekim’de iki milyonuncu altın da İstanbul’a vardığında Enver Paşa Amiral’e bombala emrini vermişti bile.
29 Ekim’de Rus limanlarını bombalamıştık, İngilizler buna 3 Kasım’da Çanakkale’yi bombalayarak cevap verdiler. At pazarlığının, yüzbinlerin kanı üzerinden yürütüldüğünü biliyorsunuz artık.
Salih MERCAN