Türkiye’ye 40 mil, Atina’ya 500 mil uzaklıkta bulunan Kıbrıs’ın Türkiye için önemi tartışılmaz. Şunun net olarak bilinmesi lazımdır: Kıbrıs bizim için varlık-yokluk meselesidir.
KKTC’nin 49 yıldır Türk bayrağının güvencesi altında serinlemesi buranın bir tatil beldesi değil, bizim için İslam/Türk kültür ve medeniyetinin şanlı tezahürlerinden biri olmasından ileri gelir. Hatta yalnız Osmanlı’nın 353 küsur sene devam eden hakimiyet devri değil, Hz. Osman zamanında başlayan ve 2,5 asır süren İslam hakimiyeti de eklenirse bu süre 6 asra çıkar.
Bir de pek bilmediğimiz bir ışık göz kırpar oradan: Yavuz Sultan Selim Memluk Devletini yıktıktan sonra, o tarihe kadar adaya hakim olan Venediklilerin Memluklara ödediği yıllık 8 bin duka altını bu tarihten fethe kadar Osmanlı Devleti’ne ödedikleri gerçeğini unutmamalıyız.
Şimdi Güney Kıbrıs’ta kalan Peygamber Efendimiz (sav)’in şehide halası Hala Sultan’ın türbesini de unutmamalıyız, ecdadın kurduğu ve Kıbrıs arazisinin yüzde 60’ını kaplayan İslamî vakıfları da.
Sözün özü, geçenlerde değerli refikimiz Rahim Er’in belirttiği gibi Kıbrıs’a 1974 yazında düzenlenen iki harekât ve sonuçta Yeşil Hatta kadarki toprakların Türk bölgesi haline getirilmesi bir “istirdad”, yani verdiğimizi geri alma harekâtıydı.
Kavramlarımızı yerli yerine oturmamız gerekiyor dostlar.
Bakın Ericsson bir İsveç markası. “cihazlar arasında kısa mesafelerde veri aktarımı yapmaya veya kişisel alan ağları kurmaya yarayan kablosuz bağlantı standardı”nı icat ediyor ve bu buluş bugün hepimizin cebinde geziyor. Adı: Bluetooth. Peki neden bu isim. Mavi Diş’in ne alakası var kablosuz bağlantıyla? 10. asırda yaşamış ve Norveç ile Danimarka’yı birleştirmiş Harald adlı bir Kralın unvanı Bluetooth. Meğer dişi mavi/griye çalıyormuş da biz onun için bu kralın ismini anıyormuşuz her Allah’ın günü.
Gördünüz mü ‘modern’ Batı’yı? Geleneğini modernliğe taşıyarak yaşatıyor, biz öldürmeye yeminli gibi tarihî isimleri heder ediyoruz. Çoluk çocuğu üzerine güldürdükleri İnek Şaban’ın Kastamonu’nun manevî kutbu Şeyh Şaban-ı Veli hazretlerinden geldiğini bilen kaç kişidir aramızda?
Tarihimizi öldürdükçe kendimizi de öldürdüğümüzün farkında mıyız acaba?
Onlar aptal da, tek akıllı biziz, öyle mi?
Kanuni gibi asırlara sığmayacak bir şahsiyeti motosiklet markası yaptık ya, daha ne diyeyim size!
Kıbrıs yarası
Şurada burnumuzun dibindeki Kıbrıs 1958 yılında Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun gayretiyle kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı sayesinde direnebildi 1974’teki barış harekâtına kadar. Tıp profesörü olup Kıbrıs’ın dertlilerinden Derviş Manizade, Başbakan Şükrü Saracoğlu’nun özel doktoruymuş. Çok anlatmış Kıbrıs’taki zülüm ve haksızlıkları. Fakat Manizade’nin küçük yeğeni Bülent Şemiler beyin fakire anlattığına göre parmağını dahi kımıldatmamış.
Yassıada’da Menderes’in Kıbrıs’a gönderdiği silahlar yüzünden sorgulandığını bilir miydiniz? Hakim Başol:
-Nereye gitti bu silahlar? diye sorar. Menderes
-“Muhterem reis, bunu kapalı oturumda konuşsak” diye cevap verir.
Hakim ısrar eder. Menderes de mecburen
-“Kıbrıs için” deyince apar topar oturum kapatılır.
Yassıada’daki Menderes’in o asil devlet terbiyesine bakın ki orada kendisini savunmak için eline bir koz geçmişken bunu bile sıkılarak dile getirir.
Tabii darbeciler hemen TMT’nin lağv edilmesi emrini verir. “Silahları toplayın” denilir. İşe bakın ki bir İngiliz Binbaşı mücahitlerin haline acıyıp onlara mermi getirir. Öfkeli Rumlar ise Major Macey’yi buharlaştırıp yok ederler. Hâlâ kayıptır.
Anlatılacak çok acı hatıralar var. Günün birinde onları da yazarız inşaallah ama bugün Kıbrıs’ın elimizde olmasını sağlayan CHP-MSP koalisyonunun Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan hocanın anlattıklarına kulak verelim. Bakalım nasıl anlatmış Barış Harekâtını.
Ecevit’i komutanlarla
nasıl ikna ettik?
1990 yılında Mehmet Ali Birand’a konuşan Erbakan şöyle anlatmış (özetliyorum):
MSP bu harekâtın fiilen başlamasında en önemli tarihî rolü oynamıştır. Ecevit’i Londra’ya uğurladığımız zaman havaalanında Kuvvet Komutanlarına “Askerleri bindirin, toplayın. Harekât fiilen başlasın” dedik. Onlar da bunu yaptı. Ecevit Londra’dan geldiği zaman gemiler yüklenmişti. Ertesi sabah limandan ayrılacakları noktadaydık. Komutanlarla Ecevit’i bu işe ikna edelim diye hazırlandık. Görüş birliğine vardık ki artık 1963 ve 1967’deki gibi geri dönüş yok. Ecevit döndü, Londra’daki görüşmeleri anlattı. Biz de dedik ki, “Şu anda gemiler yüklenmiş, ok yaydan çıkmıştır. Eğer dönülecek olursa bak işte askerler burada, bir daha bu harekâtı yapamayız.”
Belki o da arzu ediyordu ama böyle bir karar verilmiş olması onu o anda telaşlandırdı. Ama baktı ki iş başlamış, kendini buna göre hazırladı. Kuvvet Komutanlarına “Gidersek muharebeyi yürütecek gücümüz var mıdır” diye sorduğu zaman Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan, “Ben Karadeniz çocuğuyum. Bir kayıkla bile gider, Kıbrıs’a çıkarım” deyince güven verici bir hava doğdu. Genelkurmay Başkanı Semih Sancar da harekâtta ısrar edince söz bitti ve Bakanlar Kurulunu toplayalım denildi.
Toplandık. CHP’li birtakım bakanlar baktılar ki iş çok ciddileşmiş, kırk dereden su getirmeye başladılar. İşte üzerimize şu da gelir, bu da gelir, bütün dünyaya karşı harp açıyoruz, bunun önü var, sonu var… Saatlerce konuştuk. İkaz ettik: Bu harekâtı yapmaya mecburuz. Ne yapacaksak şimdi yapacağız. Tekrar tekrar izah edince nihayet harekâta karar verdik. Bakanlar Kurulu kararı işte böyle alındı.
Bunun üzerine bir MSP’li bakan CHP’li bakana ‘Tarihî bir karar aldık. Bugün Cuma. Hep beraber gelin Cuma namazını Kocatepe Camii’nde kılalım. Cenab-ı Hak’tan zafer nasip etmesi için dua ederiz’ teklifinde bulundu. Ama ertesi gün Kocatepe’ye sadece MSP’li bakanlar geldi. Halk Partili bakanlar ya başka bir camiye gittiler ya da gelmeyi uygun görmediler.
Bir teklifimiz daha oldu: Diyanet İşleri Başkanı gitsin, gemiler hareket etmeden önce bir dua etsin. Devlet Bakanı Süleyman Arif Emre Bey Diyanet İşleri Başkanı’nı buldu, Mersin’e gidip duayı yaptırdı. Harekât dualarla başladı.”
Hoca daha çok şey anlatıyor da, dinleyen olsa keşke. Biz tercümanlığını yapıyoruz sadece.
Bu arada o 20 Temmuz 1974 günü Türkiye’de dinî ve millî hislerin zirvesine çıktığını iyi hatırlarım. Radyoda mehter marşları ard arda çalınırken minarelerden selaların biri bitip öbürü başlıyordu. Demek ki selalar ilk kez 15 Temmuz’da hatırlanmamıştı.