• Home
  • Genel
  • Fransa bayrağındaki kırmızı-beyazın sırrı

Fransa bayrağındaki kırmızı-beyazın sırrı

Fransa bayrağındaki kırmızı-beyazın sırrı

Avrupa Kupası maçları başlayınca bayraklar daha sık göz önüne gelecek. Aslında bu tür uluslararası organizasyonların ülkelerin ve bayraklarının tanıtımı için altın bir fırsat sunduğu söylenmelidir. Başka nerede günlerce kendi bayrağınızı dünyaya reklam etme şansınız olabilir ki?

Sizin de dikkatinizi çekmiştir muhtemelen ve sormuşsunuzdur: Avrupa ülkelerinin bayrakları neden üç renkten oluşur?

Bu soruyu yıllar önce bir Yunanistanlı bayan akademisyene sorduğumda, bilgiç ve alaycı bir ifadeyle, “Ama” demişti, “Yunanistan’ın bayrağı iki renkten oluşur”. Ben de kendisine, “Üç renge gerek yok, çünkü zaten koca bir Haç ortada” demiştim.

Anlatmak istediğim, üç rengin teslis’i, yani Hıristiyanlıktaki üçlemeyi, Baba, Oğul, Ruhü’l-Kuds’ü simgelediğiydi. Anlayacağınız, Laik Avrupa’nın gönderlerinde dalgalanan bayraklar ya zaten açıkça Haç işaretini taşıyorlar ya da renkleriyle Hıristiyan olduklarını ilan ediyorlar. Göstere göstere biz Hıristiyanız diyorlar.

Şimdi lafı önce şu Fransızların yüzyıllardır söylemekten usanmadıkları “Fatih’in anası bizim Fransa Kralının kızı olur” iddiasına getireceğim, sonra da Fransa bayrağının renklerinin bizim Osmanlı tarihlerine yansıyan inanılması zor öyküsüne.

16. yüzyılın ilk çeyreğinde kaleme alınan anonim bir Osmanlı tarihinde geçer bu akıl almaz öykü.

Fransızların Osmanlı sarayından ayrıcalıklar koparmak için “Padişah hazretleri eniştemiz sayılır” diye nasıl kapı aşındırdıklarını tarihçimiz İbrahim Peçevî genişçe anlatmış ve iddialarını çatır çatır çürütmüştü gerçi ama bu yazanı belli olmayan tarihte yine o netameli konuya değinildiğini görürüz. Anlaşılan, aynı Fransız propagandasından etkilenmiş bir Osmanlı tarih yazarı karşısındayız. Aradaki tek fark, kızın II. Murad’a değil, Fatih Sultan Mehmed’e varmış olması.

Öykü özetle şöyle:

Fransa kralının kızı bir hastalığın pençesinde kıvranırken şifa bulursa Kudüs’teki Kamame Kilisesine 7 bin altını kendi elleriyle bağışlayacağı adağında bulunmuş. Derken iyileşmiş ve hemen adağını yerine getirmek için Kudüs’e gitmek üzere 7 kalyonla yola çıkmış. Ancak Akdeniz’de kimselere göz açtırmayan Cezayir Paşasının eline esir düşmüş. Tam bu sırada da Fatih İstanbul’u fethetmiş imiş. Cezayir Paşası da tebrik ziyaretinde Fatih’e başka hediyeler yanında esir aldığı bu kral kızını sunmuş. İşe bakın ki, kız da Fatih’i görür görmez Müslüman olmuş ve onunla evlenerek doğru haremin yolunu tutmuş.

Derken bir sultanın bir kral kızı alması öyle basit bir iş olmadığından kızın babasına durumu haber vermek gerekmiş ve Fatih, Receb Ağa adında bir elçiyi Fransa’ya krala elçi olarak göndermiş. Kralla görüşen elçi Fatih’in mektubunu vermiş kendisine. Mektupta şunlar yazılı imiş:

“Ben ki fâtih-i Kostantiniyye Sultan Muhammed Han’am, sen ki Fransız kralısın. Namem vusulunde [mektubun ulaşınca] malumun olsun ki, kızın Kudüs-i Şerife gider iken Cezayir başbuğusu… esir eylemiş ve tarafımıza hediye olarak irsal eyledi [gönderdi]. Kızın yanıma geldikde din-i İslamı kabul edüp şeref-i İslam ile müşerref oldukda ben de kendi halvet-i hâsıma layık görüp firaşıma [haremime] aldım ve pak ve pakize [kız oğlan kız] bulmağla ve sizin kralın ırzı tekmil olmak içün Receb Ağa yediyle [eliyle] çarşaf irsal olundu. Gerekdür ki, şükr-i Yezdan eyleyüp bundan böyle dostlukda mukim olup ömr ü devletime duada olasın…”

Böylece bakire çıktığının alameti olarak kızının kanlı çarşafını Krala takdim eden Receb Ağa’ya sarayda ikramlarda bulunulmuş, hediyeler düzülmüş. Receb Ağa ise dönüşte Fatih’e Fransa’da gördüklerini bir bir anlatmış, kralın gönderdiği hediyeleri takdim edip mektubunu vermiş. Kralın mektubunda şunlar yazılıymış:

“Sen ki fâtih-i Kostantiniyye’sin… Receb Ağa yediyle irsal olunan name ile çarşaf gelüp vusul buldu. Duhterimizin [kızımın] İslamı kabul eylediğinden ve siz padişahım, layık değil iken cariyeliğe kabul eylediğinden… dünyalar benim oldu ve gayet iftiharımdan irsal olunan çarşafı sefinelerime teberrüken [gemilerime uğur olsun diye] bandıra eyleyüp kim ki sefinelerimi görür ise şevketlü, kerametlü padişahım ile akraba olduğumuzu bilüp gayri kral bana düşman olmazlar. Padişahımızdan reca ederim ki, gemilerim Âsitane’ye vardıkda bir iskele palamar bağlama içün ihsan buyurulup ve getirdiği metamızdan nısıf gümrük [getirdiği mallarımızdan yarım vergi] alınup benim iftiharum olsun…”

Tabii son cümlesi, kralın derdinin çok da kızı mızı değil, yine Osmanlı limanlarından akacak bereketli kazanç olduğunu göstermesi bakımından ilginç bir ipucu niteliğindedir. Yani ticaret kapitalizminin mantığını bir ayna gibi ele veriyor bu yazarını bilmediğimiz Osmanlı tarihi, hem de henüz 16. yüzyılın başlarında.

Şimdi yazıyı buraya kadar okuduysanız sizi bir sürpriz bekliyor: Burada anlatılanlara sırf belgesi var diye inanacak mısınız yoksa hadi canım sen de diye gülüp geçecek misiniz?

Kaynaksa orijinal Osmanlı kaynağı; olay zinciri derseniz bayağı inandırıcı; isim kadrosu tarihte yaşamış kişiler… Üstelik de gururumuzu okşayan pek çok ‘şey’ mevcut hikâyenin içinde (Fransız kralının kızına ait kanlı zifaf çarşafının Fransız gemilerine bayrak oluşu dahil!). Daha ne istiyorsunuz?

Ancak ufak bir kusuru var bu tarihî metnin: Düpedüz asparagas!

Tıpkı Osmanlı tarihi hakkında Batı’da uydurulan ve bizim de saf saf inandığımız asparagaslar gibi. Osmanlı medrese hocalarının üçgenin iç açılarının toplamını bilmediklerinden tutun da devlet adamlarının Akdeniz’i kapalı bir kutu sanıp Rusların Baltık-Venedik arasındaki bir kanaldan Akdeniz’e girdiklerini zannettikleri gibi akıl almaz hikayelere kadar bir uydurma bulutu içinde nefes alıp vermeye ediyoruz.

Demek istediğim, anonim Osmanlı tarihinde anlatılanlara ne kadar inanıyorsanız öbür tarafın masallarına da o kadar inanın! Ne az, ne fazla…

Not: Kemal Beydilli’nin Toplumsal Tarih dergisinde çıkan “Denizler, coğrafya ve Osmanlılar…” başlıklı yazısından yararlanılmıştır (sayı: 139, Temmuz 2005, s. 44-45). Kral kızının maceralarının yer aldı anonim Osmanlı tarihi, Selahattin Köklü’nün Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde hazırladığı yüksek lisans tezinde mevcuttur (2004, s. 43-44).

Bir yanıt yazın